Su soğuk ve girince de alışmıyorsun.
Bölük pörçük, kafam kadar karışık ama sonunu bağlamayı umduğum bir arayı kapatma yazısı.
Öncelikle, biraz dramatik olmanın kimseye zararı olmaz. Ama onu dinledikten hemen sonra bu çalma listesine döndüm.
Üç aydır buraya uğramayı hiç düşünmedim mi? Elbette arada aklıma düştü, hatta yazmamama rağmen okurlar gelince şaşırdım ve bir miktar sorumluluk da hissettim, “İki kelam etsem mi acaba?” diye ama sonra her şey tuz buz oldu gitti. Haftanın altı günü çalıştım, Mayıs ayının sonunda bir eski sevgilinin sahalara dönme çabasıyla buradaki iki gram huzurum da kaçtı, ananemin rahatsızlığıyla zaten çökmeye yüz tutmuş moralim yerle bir oldu. İşe gittim, kendimi yordum, işten döndüm, duşun altına girdim, iki lokma yiyip duvara baktım, baktım, baktım, saatlerce müzik dinleyip biraz da gökyüzünü seyrettim. Ananem iki ayın ardından daha stabil bir duruma gelince hastaneden çıkarıp eve getirdik ama artık yürüyemiyordu, bakımı için başkasına muhtaçtı, bazı günler onu ziyaret ettiğimde konuşamıyordu bile, sesi çıkmıyordu. Ben anlatıyordum, o bakışlarıyla konuşuyordu benimle; ellerini öpüyor, saçını seviyordum. Sonra işe gidiyordum, yoruluyordum, işten dönüyordum ve… Rutin rahatlatmıyordu, rutin dışı rahatlatmıyordu, tedirginliğime ve hüznüme bir çıkış yolu yaratamıyordum. Her zaman işe yarayan kartlarım: yürümek, hayvanlar ve deniz, bu üçü bile sadece kafamı belli belirsiz suyun üstünde tutmama yardımcı oluyorlardı. Zaten seçim tantanası da girdi araya, Mayıs öyle ziyan oldu gitti.
Haziran ayında Cuma günleri çalıştığım kitapçıda çocuklara kitap okumaya başladım; onlarla olmak, saçmalamak, müzik yapmak, onlara kitap seçip okumak iyi geldi. En yakın arkadaşlarımdan biri gelecekti Bodrum’a ziyarete, onun gelişini iple çektim. Uzun zaman sonra, uzun zamandır istediğim dövmeyi yaptırdım. Tek izin günümde annemi kapıp kapıp denize, yemeğe, bir yerlere götürdüm. İş öncesi ve sonrasında uzun uzun yürümeye devam ettim. Cuma günleri iş evveli muhakkak pazara gittim. “Tutunacağım sana hayat, bir dalından sıkı sıkı tutunup bırakmayacağım,” dedim. Kendime, kendi hayatımı en can alıcı yerlerinden sabote etme merak ve becerime rağmen, bir yerinden ciddi ciddi yakaladım sandım. İlerleyen haftalarda kendime en büyük kazığı yine kendimin atacağından habersiz, bir akşam hayatımın hatasının kapısından içeri girdim, pek çok şeyi çok iyi bildiğini sanıp aslında pek az şey bilmeyen birinin saflığıyla. Ardından o kapıdan gerisingeri çıktım sandım, sabaha karşı yatağıma kıvrılıp uykuya dalmaya çalışırken, “Aha,” dedim, “Ben çok gördüm bu filmi, üstüne üstlük benim sarsılmaz kurallarım var. No way, bro.” Haydi Allah rahatlık versin, gör bakalım Haziran senin altında durduğunu sandığın o ‘sarsılmaz zemin’i nasıl sallayacak, o ‘yıkılmaz kurallar’ını nasıl da çiğneye çiğneye sakız ettirecek sana.
Dostum geldi, beni içine gömüldüğüm derin çaresizlikten çıkarmak için de elinden geleni yaptı sağ olsun; onunla konuşmak, birlikte spora, denize, yemeğe gitmek iş-anane-ev-iş-anane-ev döngüsünden çıkmam için de iyi oldu. Çok büyük bir duygusal boşluk içinde olduğumun farkındaydım; bu farkındalığa esasen Nisan ayında ananem ilk hastaneye kaldırıldığında ve ailede herkesin bir eşi, partneri, hayat yoldaşı, artık adına her ne denmesini istiyorlarsa ondan bir adet varken, benim her gece birine sarılarak ya da birinin bana sarılmasıyla teselli bularak uyuma ihtiyacım gitgide arttığı vakit varmıştım. Aradığım şey biraz tensel, biraz duygusal bir pışpışlanma haliydi. Ve bu ihtiyacımı karşılayamazdım. Çünkü.
Neredeyse çocuk yaşta bir karar vermiştim: Her ne olursa olsun, burada, bebekliğimin, çocukluğumun ve ergenliğimin bir bölümünün geçtiği, daha sonra da neredeyse burada yaşamaya devam ediyormuşum kadar sıklıkla gelip gittiğim yarımadacığımda kimseyle bir ilişki yaşamayacaktım. Şunu iyi biliyorum, bir yeri bana cehennemden farksız hale getirecek şey orada yaşayan ve her an karşılaşabileceğim bir eski sevgilidir. Kimi insan bunu önemsemez, hayatına devam eder, karşıma çıkar - çıkmaz diye aklının ucundan bile geçirmez ya da arkadaş gibi selamlaşır, muhabbet eder. Ben öyle biri değilim, hiç olmadım. Ve bu ülkede olmayı sevdiğim yere böyle bir bomba düşürmeyecek, rahatımı asla bozmayacaktım. 36 yaşıma dek kendime verdiğim bu sözü tuttum, sadece benim görebildiğim onur nişanesini yakamda gururla taşıdım.
Ne diyebilirim, yaş tahtaya bastım. Bile isteye yaptım bunu, kendi ayağıma sıktım. Haziran sonu bir sabah, telefonda bir mesaj. “Ananen siyah kusuyor, ambulans çağırdık acile kaldıracağız.” Nasıl akşamdan kalmayım, mesajı okuyup üstüne ben de kusuyorum. Elbisemi üstüme geçirip, topuklu ayakkabılarımı giyiyor ve koşarak fırlıyorum. Asfalttan buhar çıkıyor, bacaklarım kopacak gibi ama koşuyorum, koşuyorum. Varıyorum yanına kıymetlimin. Onu izleyen saatlere her bir anı hafızama kazılı. Birtanemin gözleri, elimin içindeki eli, birbirimize pıt pıt yapışımız, pamuk saçları, bana öpücük göndermesi, gözü gözümde onunla hep konuşup durmam, hep güzel sözler, hep sevgi sözcükleri, o sonsuz akış… Sonra yoğun bakım, o katı arşınlayıp duruşum, bizden başka kimsenin olmaması ve buz gibi katta bir ucun Yoğun Bakım diğer ucun Yenidoğan Ünitesi oluşu. İkisi arasında kaç tur gittim geldim bilmiyorum. Sonra gitti, gittiğinin haberi geldi; artık bir daha o kara gözleri göremeyeceğimin, o emektar ellerini tutamayacağımın haberi geldi. Sonra benim için zaman durdu gibi bir şey oldu; sesler dağılıverdi, anlaşılma bir uğultunun içinde öyle dönüp durmaya başladım sanki. Ertesi gün tabutunu yüklenenlerden biriydim, zeytin ağacının altındaki yerine yerleştirip üzerine usulca toprak atan da ben miydim? Burada Hıristiyanlar için cenaze töreni yapılabilecek bir kilise ya da onlar için bir mezarlık olmadığı için gelen herkes, aile üyeleri, dostlarımız, çocukluk arkadaşlarım, şu an hayatımı güzelleştiren dostlarım, hepimiz kendi bildiğimiz, istediğimiz dualarla vedalaştık onunla. En yakın arkadaşımı toprağa verdim. Fiziken bu dünyada olmamasını, nefes almıyor, konuşmuyor, hareket etmiyor oluşunu hâlâ tam idrak edemedim.
İşten çıkarken kaç kere onu aramak üzere telefonu çantamdan çıkarıp ‘Yayam’a tıklamak üzereyken bok gibi kalakaldım, fotoğraflarına bakarak Timur Selçuk - Sen Neredesin dinledim, içimden konuştum konuştum durdum, mezarının etrafını en sevdiğimiz sahilden topladığım taşlarla çevirdim, o rengarenk, çiçekli, çizgili, mis kokan kıyafetlerinin asılı olduğu dolabın içine girip, bedenine sarılıyormuşum gibi kendimi kandırmak için hepsini aynı anda kucakladım ve burnumu içlerine gömdüm, tanıdık tanımadık pek çok insana ondan bahsettim, unuttuğum, unutabileceğim anılarımızı anımsamak için kendimi zorladım durdum, küpelerini başucumda, vefatından önce cüzdanında kalan ve annemlerin bana ve kuzenime bölüştürdükleri para ile gidip altın bir bilezik alıp bir daha hiç çıkarmamak üzere bileğime taktım, “Neredesin?” diye sormadığım bir gün bile yokken onun aslında Bitez mezarlığında değil benim dört bir yanımda, içimde dışımda olduğunu, öte yandan da kuş olup uçtuğunu idrak etmeye çalıştım. Çalışıyorum, daha dayanamıyorum hâlâ yokluğuna ve büyük bir acı kaplıyor her yerimi ama Irvin D. Yalom ile Marilyn Yalom’un kaleme aldıkları Ölüm Kalım Meselesi isimli kitabın girişinde yazdığı gibi, “Yas, sevme cesareti gösterenlerin ödediği bedeldir,” ve ben bu bedeli ödüyorum en sevdiğimin yokluğunda.
Temmuz ayı nasıl başladı, nasıl bitti bilmiyorum. Hava çok sıcaktı, bu aklımda kaldı. Duygusal boşluk yerini daha da derine inen, karanlık bir şeye bıraktı ve ben bu dipsiz kuyuya maalesef o sarsılmaz kuralımı çatır çatır çiğneyerek dalmaya kalkıştım. Tabii ki kuyunun bir yerlerinde ipim cart diye kesildi ve dibi boyladım. Çalışıyordum, mideme yumruğu yediğimde kahve siparişi gelmişti ve espresso çekiyordum. Elimin ve çenemin eşzamanlı titrediği dakikaların ardından iki iced latte, bir americano hazırdı. Ondan bir saat sonra da ben işten çıkmaya hazırdım. Kulağımda Bunny is a Rider ile kaç kilometre yürüdüm o akşam, işte onu anımsamıyorum. Kendimi patakladım, hayır, kendimi kırbaçladım, şişler geçirdim her yanımdan, kendime hiç bilmediğimi sandığım küfürler sıraladım, hiç zamanı değildi dedim, çünkü şimdi basıp gitmek zorundayım buradan, tüm bunları sıfırlamak için kim bilir kaç yer, kim bilir ne kadar zaman gerekecek. Derdine dert ekledin, seni salak. Ne için hem de?
Bu ayın sonunda, Urla dönüşü dağılmamak için başladığım ve bana çok iyi gelen, haftanın neredeyse her günü evden çıkmamı, işlememi, yorulmamı, çok kıymetli arkadaşlar edinmemi, kendimi tüm bu zorlukların arasında teselli etmemi sağlayan işyerinden ayrılıyorum. Elbette geleceğim konusunda çok kaygılıyım, düzenli bir gelirim ve sigortam olmadan ne halt edeceğimi düşünüyorum, derken… Gerçekten gitmeye karar verdim. Yine hamur gibi yoğuracağım hayatımı, yine belirsizliklerin içinden çığlık ata ata geçeceğim, varacağım bir yerlere illa ki diyerek. Sadece çok korkuyorum, kendimi böyle düşüncesizce zora soktuğum için hâlâ bu denli kızgınken yola düşmek nasıl gelecek, bilmiyorum. Zaten artık bildiğimi sandığımı da bilmediğimi kabul etmiş durumdayım. Olan biten her şeyden geriye kalan, ya da benim alabildiğim en sek öğretim budur. Bir halt bilmiyorum.
Bitirirken - şimdilik -
Sevdiklerinize daha sıkı sarılın, gözlerinin içine bakın yakınınızdaysa, değilse arayın. Ben bunları yapmayı, her gün, öyle arıyorum ki.
Sevgilerimle,
D.