Başlarken tık tık. Taze çıkmış fırından, ben çok sevdim hemen kenarından kemirdim.
Bodrum’daki favori kahvecim Fika’da önce bol bol köpek mıncıklayıp, şans eseri denk geldiğim arkadaşlarımla sohbet ettim, ardından içeride kendime huzurlu bir köşecik bulup oturdum yazmaya. Günlerden Perşembe, hava güneşli, az bulutlu, lokum gibi. Motorla dışarıda işlerimi hallettim, güzel haberler almayı beklerken bir yandan da günleri azıcık yazıya dökmek istedim, yanıbaşımda kitabım, defterim ve enfes buzlu lattem ile.
Hafta başından bugüne nasıl bir hızla geldik, anlayamadım. Bol bol okudum ve dinledim; feel-good romanım One Star Romance’i bitirdim, bir yandan İtalyanca metni sesli okuyup, ardından İngilizce çevirisine döndüğüm Great Italian Stories seçkisine devam ettim, Almanca çalıştım, Sanatçının Yolu 2. hafta okumalarını yapıp, görevlerin üzerinden geçmeye başladım, Atomik Alışkanlıklar’ı milyonlarca insan okuduktan sonra şimdi bir de ben bakayım diyerek azıcık da o dünyaya daldım.
Epeydir oturup film izlemiyordum, The Substance’ı gerim gerim gerilerek ve bir miktar içim kalkarak izledim ve hem Demi Moore’a hem de Margaret Qualley’e hayran oldum. Şaşırdım mı, hayır, ama Breaking Bad’den epey koptum, 2. Sezonda kendisine - bir süreliğine?- veda ettim. Annem ise benim tavsiyemle başladı ve sanırım 5. Sezonun sonlarında. :) Only Murders in the Building yeni sezona ara ara baktım, sevdim ama galiba bir şeye odaklanıp izleyebilme ‘dikkat hakkı’mı bu hafta özelinde 2 buçuk saatlik The Substance ile kullandım.
Film bir kadın olarak yaş almak, değişen yüz ve vücut hatları, güzellik algısı ve hem genç, diri, bakımlı görünmek üzere üstüm(üz)de kurulan baskılarla ilgili epey düşündürdü beni. Öncelikle elbette yaşım 20 değil, üzerine koyalım 17 yıl daha, elbette bedenim, yüzüm, hatlarım değişiyor. Değişen dönüşen, kilo alıp verdiğim dönemlerden kalan çatlaklarıyla, yara izleriyle, tüyleri ya da çizgileriyle bedenimden utanmıyorum çoğunlukla. Kırışıklıklarımı, gülünce gözlerimin etrafını bürüyen, bir iki tur Botox’la devre dışı bıraktığım ama birkaç ayın ardından yine aktifleşen kaslarımın ardından eklenen çizgilerimi de görüyor ve rahatsızlık duymuyorum . Ama bedenimin, kaslarımın güçsüzleşip sarkması hoşuma gitmiyor ve bu konuda bilinçli bir çaba gösteriyorum spora giderek, kolajen kullanarak, yediğim içtiğim konusunda çok vurdumduymaz olmayarak.
Hayatımda beni dış görünüşümle yargılayan, eleştiren, olumlu olumsuz yorum yapan insanların da olmaması açıkçası işimi kolaylaştırıyor ve bir arkadaşımla birbirimize ara ara hatırlattığımız üzere, “Bedenimle bir iş yapmıyorum; manken, fotomodel değilim, dolayısıyla her daim incecik, bakımlı ve fit olmama gerek yok. İyi hissetmek için yapıyorum cilt bakımımı, spora iyi hissetmek için gidiyorum. İşim mükemmel görünmek üzerine kurulu değil. Tabii film bunun tam tersi bir hayat yaşayan 50 yaşında bir film yıldızının hayatına odaklanarak başlıyor, çok da acayip yerlere gidiyor ama ben de kendime çevirdim birazcık soruları ve -şimdilik- bu konularda keyfimin tıkırında, özgüvenimin de yerinde olduğunu fark ettim. Canım çizgilerim, çatlaklarım, minik pörsük etçiklerim.
Film listemde sırada His Three Daughters, My Favorite Cake, My First Film (Simge tavsiye etmişti), Tuesday, Bookworm ve Megalopolis var. Kimisi gösterimde, kimisi değil, artık ağır ağır çıkacağım bu merdivenleri.
Bodrum Yarı Maratonu’nda koşmaya az kaldı, bir yandan ufak ufak antrenmanlarıma devam ediyorum. Geçen sene 10K koşmuştum, bu sene de aynı mesafe için kayıt yaptırdım. Hatta emin de değildim, ayak bileklerimde parçalı kırık olduğu için iyileşme sürecim nasıl olacak, koşmayı geçtim o zamana dek rahat rahat yürüyebilecek miyim derken valla gayet iyi durumdayım, o yüzden 10 gün sonra Bodrum’cuğumda ikinci uzun koşuma katılmak için heyecanlıyım. Her uzun koşu sonrasında, “Artık düzenli koşacağım, çok mutlu ediyor beni, yaşasın koşmak!” diyor ve koşma eyleminin bir numaralı fanı oluyorum ama hiçbir zaman bir düzene oturmuyor benim için. Ben de biraz kabullendim, arada sırada keyif için yapıp öyle planlı programlı devam ettirmediğim bir aktivite olduğunu.
Akşam üstleri ara ara Yoga Nidra yapmaya başladım. Evdeysem ve boştaysam seriyorum yoga matımı, dizlerimin altına bolster’ımı yerleştirip gözlerimi de lavantalı minik yastığım ile kapatıyorum ve 20-25 dakikalık bir Yoga Nidra ile birkaç saatlik uykuya eşdeğer güzel bir dinlenme zamanına bırakıyorum kendimi. Uyumadığım için o sersemlik hali de yerleşmiyor üstüme, mis.
Üstümden ufak ufak o sudan çıkmış balık hallerini atıyor ve kolumu bacağımı daha rahat hareket ettirdiğim, içle dışın birbirine uyumlandığı bir hale geçiyorum. İyi hissediyorum. Bugün bir arkadaşım bana, “Mutlu musun?” dediğinde hiç düşünmeden, “Mutluyum,” dediğime göre, öyle olmalıyım. Ufak ufak sosyalleşmeye de başladım, karabatak başını sudan çıkarıyor yani. Dalmayı, çıkmayı, hepsini kendi zamanımda yapmayı seviyorum. Bodrum ve hayatımın genel akışı da buna izin veriyor neyse ki.
Tatlı bir sarıyaz gösteriyor yüzünü. Sabah serinliğini yakaladığım yürüyüşlerim öğlene sarktığında fena kavruluyorum ama. Aslında hiç üşenmeden peş peşe denize gitmelik günler; üstelik şahin bakışlarımı diktiğim işi alırsam artık düzenli bir ofis hayatım olacağı için bu aylak zamanlarımı da özleyeceğimi, en az o işi yaparken nasıl bir tatmin ve keyif duygusuyla sarmalanacağımı tahmin ettiğim kadar öngörebiliyorum. Bu hafta sonu muhakkak kendi kendime bir deniz keyfi planlayacağım, sözüm olsun. Ilgınların altında kitap okuyayım, yüzeyim, dalayım, batıp çıkıp, denizde kıpırtısız yatıp Eylül ayının sonuna gelmişken Ege’ciğimin tadını çıkarayım.
Yazıya devam ettiğim esnada artık Cuma akşam üstüne varmış haldeyim; kafede değil çalışma odamda, masamın başındayım. Taze fasulye, yasemin pirincinden pilav, haşlanmış hindi ve ortaya karışık bir baklagil potporisinden oluşan akşam yemeğimi yemeden parkta ufak bir kafa toparlama yürüyüşüne çıkacağım. Çok özlediğim bir arkadaşımla görüştüğüm, bol bol motor sürdüğüm, hafta bitmeden tamamlamak istediğim işlere tikleri ata ata ilerlediğim günün ‘rest and digest’ kısmına geçeceğim sonra. Garip, çok da uzak olmayan bir geçmişte Cuma akşamları benim için Körfez’e gidip dans etmek demekti. Gece 00:00 gibi motora atlayıp merkeze indiğim, bir iki saat Körfez’de takılıp, oradan Gekko’ya ya da Adamik’e geçip, sabaha karşı tıngır mıngır keyifle, tepinmekten yorgun ayaklarla evcağızıma dönerdim. Şimdi aklımın ucundan bile geçse, “Imh,” diyorum, “çıkamayacağım valla o saatte.” Erken uyuduğumdan değil, sadece o tantanayı kaldıracak halim ve motivasyonum yok. Parti kızı tuşundan çektim elimi, koydum kalbime ve kalbim dedi ki, “Azıcık durup dinlenelim mi?”
Yine de dün nispeten epey sosyalleştiğim bir gün oldu. Kafede rastladığım arkadaşlarım, akşamüstü paydosta buluştuğum bir arkadaşım, akşam yürüyüş yaparken rakı sofrasında sohbette yakaladığım ve ayak üstü sohbet ettiğim birkaç kişi ve ardından akşam mahallemizin güzeli Chives’daki partiye uğrayıp, bir sürü tanıdık görüp, daldan dala atladıktan sonra koşarak eve, sessiz sakinliğe döndüm. O kadar çok insandan, “Neredesin sen?! Neden instagram’ı kapattın? Neler yapıyorsun??” cümlelerini duydum ve açıklama yaptım ki, bir noktada bu soru-cevap hali bana komik gelmeye başladı. Mesela bir arkadaşım, “Koşudan önce açacak mısın hesabını?” diye sordu. Üç kişi filan onları engelleyip engellemediğimi sorguladıklarını, bir kişi İstanbul’a taşındığımı düşündüğünü söyledi.
Aklıma New Yorker’da gördüğüm şu karikatür geldi:
Valla paşa gönlüm ne zaman isterse geri dönerim tabii, üstelik bu 90’lar stili kimseden haberdar olmama / kimsenin de benden haberdar olmaması ve görüştüğümüzde merakla bir sürü gelişmeden heyecanla bahsediş halleri benim çok hoşuma gidiyor ama bir aplikasyonu indirip giriş yapmama bakar. Çok atla deve bir mevzu olduğunu düşünmemekle birlikte, hayatımızda ne denli önemli bir yere yerleşebileceğini de fark ediyorum. Ben hikaye paylaşmayı, reels yapmayı ve arkadaşlarımın paylaşımlarını takip etmeyi çok seviyorum. Sadece bu dönem böylesi hoşuma gidiyor. Belki ayrılık sürecimde kendimi biraz sakınmak istiyorum gelebilecek duygusal darbedelerden, belki gerçekten ilgim azaldı kim kiminle nerede ne yapıyor’lara. Ama tabii ki kimse görmese de o 10K’yı koşacağım (sonra da hemen instagram’a geri dönüp paylaşacağım, kim bilir? :))
Sizin sosyal medyayla ilişkiniz nasıl? Burada da Notlar kısmında aslında hikaye gibi paylaşım yapmıyor muyuz? Görülme / onaylanma / paylaşma ihtiyacımız aslında şöyle ya da böyle, bir şekilde tatmine ulaşmıyor mu?
Misler gibi bir hafta sonu diliyorum.
Sevgilerimle,
D.
sevgili dilcun, çok yeni keşfettiğim kuşlar kumrular'dan yeni bildirim geldiğinde mest oluyorum. fazla sıkışık geçen birkaç hafta sonunda biraz nefes almak için bu sabahın körü yeni ailemin yanına, bodrum'a geldim. çalışırken en azından daha derin nefes alabileyim dedim, bu küçük seyahatte payın olduğunu söylemeliyim. tüm şahane dileklerim seninle! biraz alakasız oldu ama birkaç post'tur —ya da her neyse bu mecradaki ismi— yazmak istediyordum, şimdiye kısmet oldu. :*
O kedi fotoğrafına aşık oldum 🙂↕️