son bir ayda neler oldu neler.
birine veya bir şeye göre hizalanamadığım, yeni işle değişen dönüşen düzen ve ruh hallerim, yeniden hayal kurup plan yapmaya cesaret edebildiğim, çalıştığım, ürettiğim, sakinlediğim bir ay üzerine.
Başlarken, The Cure’un yeni albümündeki gözdem.
Ha yazdım ha yazacağım, dur İstanbul’dan bir döneyim, dur işe başlayayım, dur ikinci haftadan da bir alnımın akıyla çıkayım derken bir ayda Substack’te takip ettiğim herkesi okumak, Notlar kısmını instagram & twitter (pardon, X oldu değil mi) gibi kullanmak haricinde başlayıp başlayıp bir türlü derli toplu bir yazının sonunu getirememiştim. Bu güne dek! Tüm şartlar oluştu, yıldızlar harika sıralandılar, Bodrum’da hava kapadı ve bu sabah yürüyüşümü yapıp eve döndükten sonra kahvemi demleyip, kütüphanemin etrafını saran küçük ışıkları yaktıktan sonra sağanak yağmurun başlamasıyla eşzamanlı masamın başına geçtim. Ege ve İstanköy görünmüyor yağmurdan, bahçemdeki begonvil, zeytin, hepsi beslenme saatindeler. Mutlu, huzurlu, Cumartesi sabahı tatilimin tadını burada, yazarak çıkarmak istedim. Bir arkadaşla kahvelerimizi almış, sohbete koyulmuşuz gibi.
Evet, kahvemden yudumumu aldım. Beş dakikada değişebilen işler geçen yazıda bahsettiğim üzere, “Düzenli bir işi ne denli arzuladığımı, maddi manevi zor geçirdiğim bir dönemde bunu oldurmak için epey istekli olduğumu zaten biliyorsunuz. Yeni işe ne denli mutlu olduğumu da. O yüzden elbette üzüldüm, karşı tarafın amatörlüğüne şaşırdım, kendi geleceğim için yine endişe havuzuna balıklama atladım filan ama yani… berbat bir hismiş ama unutmayalım: Duyguda yatıya kalınmaz,” sularında durulmaya başlamıştı.





Benim çocukluğumdan beri çok kısmetli bir insan olduğuma ve kötü bir şey yaşadıktan sonra muhakkak üstüne kısmetli, güzel bir şeyin gelip beni bulacağına dair sarsılmaz bir inancım var; yetişkinliğe geçişle paralel buna olan bitene geniş açıdan baktığımda aslında her şeyin hayrıma işlediğini görebilmek de eklendi. Yani evet, üzülmek, hayal kırıklığına uğramak hayatın bir parçası, üzüleyim de zaten bir zahmet ama içten içe bilirim ki güneş bir açar pir açar sonrasında. Güncel durumlarda da tam olarak bu oldu.
İşten çıkarılmamın herhalde 3. ya da 4. gününde hiç beklemediğim bir iş teklifi aldım. Becerilerimi elbet kullanabileceğim, ancak onun ötesinde patronumun da benim de buluşup konuştuktan sonra, “Kervanı yolda düzeceğiz,” diyerek el sıkıştığımız ve gerçekten ne denli fayda sağlayabileceğimi, nasıl destek vereceğimi madde madde bilmediğim bir şeye, içim nasılsa çok rahat bir şekilde “Evet,” dedim. Şimdi şuna dikkat çekmek isterim, bir önceki işte iş tanımının dışında benden istedikleri şeyleri karşılamadığım için, yani her şey karşı taraftan kaynaklı bir belirsizlik içinde bırakıldığı için üzülen ben olmuştum. Burada ise DEV bir belirsizlik mevcut.




Şunu biliyoruz: yetenekli, çalışkan, kafalarımızın, zevklerimizin uyuştuğunu görebildiğim, ortak arkadaşlardan yer yer rastlaştığım ve ayaküstü sohbet ettiğim başarılı bir kadını çok güzel yansıtan, onun gibi başarılı bir marka var, ortada artık bir şirket ve çok tatlı bir atölye mevcut. Ben de bu atölyede, o markaya dair üretim haricinde (örgü ve dikiş bilmiyorum :)) her türlü asistanlık desteğini vereceğim. Hayatımda hiç asistanlık yaptım mı? Yani, editör yardımcılığı herhalde bu iş tanımına en yakın şey CV’imde ama dürüst olmak gerekirse hayır yapmadım. Ama açıkçası ben bu genç kadının ve yarattığı şeyin çok daha güzel yerlere geleceğine ve benim de bu süreçte gerek çeviri, metin yazımı, sosyal medya için içerik üretme, atölyede paketleme, derleme düzenleme, sipariş takibi gibi şeyleri de kotaracağıma i-nan-dım. Et voilà! Kasım başı işbaşı dedik, ardından da ben bir 10 günlüğüne İstanbul’a gittim.









Kah Beşiktaş’ta Simge ve Efe’ciğimin gitar, kedi, yaratıcılık ve sevgi dolu evlerinde tüm gün yürüyen, sevdiği sokakları, mekanları, semtleri arşınlayan yorgun ayaklarımı, bedenimi, gözlerimi dinlendirdim, kah Yeldeğirmeni’nde eski sevgilimin kollarında rüyası bol uykulara daldım. Özlediğim insan, hayvan, mekan formunda ne varsa hepsiyle doya doya (yalan, doyamıyorum) vakit geçirdim ve uçtum kondum yarımadacığıma.
Döndüm ama o hafta sonu bir çöktüm ki, anlatamam. Gerçekten karanlık iki gün. Kapattım kendimi dış dünyaya, oysa dışarıda güneş, deniz, neşe, berrak bir hayat var. “İstemem,” dedim, elimin tersiyle ittim, perdelerimi çekti ve sorguladım da sorguladım hayatımı. Yakın olmak isterken uzak düştüklerim, hayatımın hemen her döneminde derin bir özlem ve ihtiyaç duyduğum ama hiç bulamadığım ‘mentor’üme o an, o şartlar altında da sahip olamamanın getirdiği “Ben şimdi ne yapacağım, yok mu biri bana akıl versin / yol göstersin / elzem soruları sorsun bıraksın en azından,” yoksunluk halinin içimde kopardığı fırtınalar öfke oldu, çaresizlik oldu, kara bulutlar tepeme toplandı ve en nihayetinde patladı bir fırtına.
Gerçekten çok isterdim gerek eğitim hayatımda, gerek sonrasında, hatta alt maddelere bölecek olursam çevirmenlik kariyerimde, yoga eğitimleri ve sonrasında tam zamanlı eğitmenlik yaptığım dönemde, şehir - kariyer - ilişki geçişlerinde, evlilik ve boşanma süreçlerimde, pandemide Bodrum’a dönerken vs. vs. bir şeyler danışabileceğim, bana bir miktar yol gösterecek ya da dediğim gibi en azından sorularıyla cevapları bulmaya beni yönlendirebilecek, yaşadığı hayatla, kafa yorduğu meselelerle beni de düşündürüp ilham olarak, bakarak dokunarak sorarak öğrenerek hizalanabileceğim bir yol göstericim olsun. Mentor, hoca, ilham kaynağı, sırtını yaslayacağın taş, bilgisine deneyimine güvendiğin biri. Adını sen koy. Hiç böyle tam anlamıyla hayatıma nüfus eden biri olmadı. Ve bunun eksikliğini derinden hissediyorum, hissettim.
İlkokulda kolunu uzatarak hiza alırdık ya, önümde ardımda yanımda öyle baz alıp hizalanabileceğim ve böyle böyle dünyadaki yerimi yurdumu halimi vaktimi daha net görüp gideceğim yöne, yönlere de bu kadar dan dun ilerlemeyen versiyonuma ulaşabileceğim o kişi kim oldu? Valla kimse olmayınca ben oldum gibi bir şey oldu. :) Propriyosepsiyon becerisini de sonuçta insan kendi kendini esas alarak kazanıyor, hayatta nerede durduğumu ve nereye, nerelere gidebileceğimi de zifiri karanlıkta elimi kolumu böyle titrek titrek ilerleterek ben buluyorum. O yüzden sakarlıklarım, bir şeylerin normalden fazla zaman alması ama ya öyle olacak, ya böyle. Belki 38’imde tanışırım bilge yol göstericimle; ne zaman denk gelirsek artık, o vakte dek yine Me and I, Hand in Hand.
Bu “Kime göre hizalanayım? Önümde ardımda, yanımda kimse olmayınca hangi noktadan nereye gideyim?” sorgulaması o hafta sonumu kıtır kıtır yedi ve sonra bir garip ferahlık geldi bana. Annemle belki 10 yıl önce birlikte dövme yaptırmıştık; sağ ayak bileklerimize birer çapa çizdirmiş ve dövdürmüştük. Bodrum ve deniz sevgisi tamam ama şimdi daha iyi anlıyorum ki ikimizde de o “bu hayatta binlerce, milyonlarca şekilde ilişkilensek de en biricik ilişki kendimizle olan ilişkimiz ve burada da en güvenilir, en sağlam, şaşmaz dayanağımız kendimiziz,” inancı var. Yani sorgulamalarım çok anlaşılır ve doğal olsa da cevabı bedenime işlemişim zaten. Bakıp da hizalanacağım bir şey ya da birileri olabilir, ne de güzel olur tabii, ama her şartta “I’ll still have me,” ve kendimi, geçmişimi, kişiliğimi, maskelerden arınmış halimi, karanlığımı ve aydınlığımı bir noktacık olarak belirleyip, ona göre de hizalanabilir, durabilir ya da yol alabilirim.
Zırva gibi mi tınlıyor başka gözler okuyunca bilmiyorum, ama yazınsal mırıltısı böyle çıkıyor içimden.









Neyse, yeni hafta, yeni ay başladı ve ben de yeni işe başladım! Motorumla her sabah neşeyle gittiğim, önünde beni minik kedilerin beklediği, ışıklarını açıp günaydınlaştığım o güzel atölyede ufak ufak işlere dahil olmak, uzun yıllar kendi ev / mağaralarında çalışmış iki insanın ortak bir alanda uyumlanmaya niyetle sakin sakin çalışabileceklerini görmeye başladığım, kendimi rahat, kendim gibi, içine adım attığım düzensiz düzende iyi hissettiğim günlere merhaba dedim. Son iki haftaya dönüp baktığımda en çok ‘memnuniyet’ hissediyorum sanırım. Bu taze akışta sakinliyor ve yeniden güven duymaya başlıyorum. Kötü bir şey oldu, sonra kat be kat iyi bir şey oldu. En basit tabirle, bu.
Yağmur duruldu, kahvemin son birkaç yudumluk canı kaldı. Bir yerden sonra TSU!’nun şu albümü eşlik etti bana. Son günlerde kitap okuma hızım düştü, hatta sabah sayfalarını es geçtiğim de oldu. Fakat adanmışlıkla Sanatçının Yolu’na devam ediyorum; okumaları, verilen çalışmaları yapıyorum. Bugün 7. haftaya geçiş yapacağım. Yeniden linol baskı yapmaya başladım, Maneki Neko’lar almıştım S.’ye ve kendime; bolluk bereket getiren sevimli kediciği oydum ve bastım.
Lindy Hop’a geri döndüm ve geçen hafta Pazartesi akşamı 2. kurdan derslere başladım. Pratiğe de kalıp heyecanım ve anksiyeteme rağmen biraz dans da edip, buzları erittim. Dans etmek o kadar, o kadar mutlu ediyor ki. Yeniden sevdiğim şeyleri yapmaya geri dönebilmek, ilerleyen günler için hayaller kurmak ve bu hayalleri gerçeğe dönüştürebileceğimi bilmek yüzüme bir miktar tedirgin bir gülücük konduruyor. 2025 için planladığım 3 seyahat ve bir ev hayalim var, dilerim hepsini (ve daha fazlasını, çünkü neden olmasın?) gerçeğe çeviririm. Çok kişisel gelişimci ağzı olacak ama sabırla beklemeyi, akışa güvenmeyi ve hayatın kendi ritmini takip etmesine izin vermeyi 1532. kere deneyimliyorum, unuta unuta hatırlıyorum diyelim.
Arayı bu denli açmamayı ümit ediyor, anlamlı, rahat, huzurlu bir hafta sonu diliyorum. <3
Ayrılırken, veda busesi.
Sevgilerimle,
Dilcun
İçinden geçerken aaa tam olarak bunu demek istemiştim, bak evet evet tam orası diye diye okuduğum satırların sahibesi....
“Yeter ki geçinmeye gönlün olsun” derdi rahmetli anneannem..Sizin o atölye ve yeni işinizle geçinmeye gönlünüz var belli ki, neşeniz yazdıklarınıza yansımış, hayırlı olsun🍀🎈