Başlarken: tık.
Bu güneşli, rüzgarlı Cumartesi öğleninde, kendi kendime ufak bir meydan okuma sonucunda işte geldim buradayım, Bodrum’un en kalabalık kafesinde yazı yazmaya hazırlanmaktayım. Henüz sipariş vermedim, şapkamı çıkarıp etrafta kimseyle göz kontağı kurmadım. Geldiğim gibi temiz bir sayfa açıp, yazmaya koyuldum. Aklımda belli bir şey yok, oysa hafta boyunca şunu yazayım, bundan bahsedeyim diye düşünüp, notlar alıyordum. Ama olan bu, serbest stil, bilinç akışı ile izin vereceğim parmaklarım dolaşsın keyiflerince klavyede.
Geçen hafta sonu en yakın arkadaşlarımdan Doğan’ın Bodrum’a gelmesi ile bir miktar şenlenmişti; spor, deniz, güzel yemekler, saatlerce dans etmece derken uzun hafta sonu sona erdi ve onu İstanbul’a yolcu ettim. İçimde bir tedirginlik: o gider gitmez olduğum yere çöküp bir üzüntü ve endişe yumağına mı dönüşeceğim, yoksa dağılan kalbimin her köşesini’ sakin sakin toplamaya, kendime koyduğum günlük / haftalık hedefleri gerçekleştirmeye devam ederken iş arayışına hız mı vereceğim? Cumartesi öğleninden şöyle sesleniyorum hafta başının çekingen Dilcun’una: “Go girl! Arada tökezlesen de, adım adım ilerlemeye ve kendini dinlemeye devam!” Çünkü ayaklarımı sağlam yere basarken bir yandan da arada havalanıp biraz sağa sola savrulmaya izin verebildiğim bir hafta geçirdim.
Annelik üzerine çok düşündüm Yakınlıklar’ı okurken; her bir öykü başka bir yaranın kabuğunu kaşıdı, kanattı, arada acıdan nefessiz bıraktı, birkaçı yara bandı oldu ama o son ‘öykümsü’yü gün batımında parkta oturup kahvemi içerken gözümde yaşlarla bitirdim. Genç kızlığa adım attığım o onlu yaşların başında, daha ilk kanamamda sancıdan hastanelik olacak kıvama gelmiş ve birkaç ay sonra bunda bir gariplik olduğunu düşünerek kendimi ilk jinekolog randevumu alıp, kliniğin bekleme salonunda gergin gergin otururken bulmuştum. Muayenenin ardından doktor bende ‘polikistik over sendromu’ olduğunu söylemiş, senelerce on-off kullanacağım ve 20’lerimde bana majör depresyon & yeme bozukluğu olarak geri dönecek doğum kontrol hapını reçete etmiş ve ‘çok büyük ihtimalle çocuk sahibi olmayacağımı’ muştulamıştı. Dikkatinizi çekerim, 12 ya da 13 yaşında olmalıydım ve bir doktor bana anne olamayacağımı söylüyordu.
Eve ruh gibi döndüm, doğum kontrol haplarımı aksatmadan alırken bedenime kilo üstüne kilo ekledim ve hep şunu geçirdim aklımdan: “Ben anne olamayacağım, benim çocuğum olması çok ama çok düşük bir ihtimal, o yüzden ileride üzülüp hayal kırıklığı yaşayacağıma şimdiden böyle bir arzuyu, hayali, beklentiyi silip atayım. Ben çocuk mocuk sevmeyeyim ve anne olamayacağımı bugünden kabulleneyim.”
Öyle de oldu, kabullendim. Hiçbir partnerimle çocuk hayali kurmadım, kendimi kucağımda bir bebekle, anne-baba-çocuk (ve muhakkak en az bir köpek) ile çekirdek ailemle filan düşünmedim, düşlemedim. Bu esnada elbette akıllandım ve o hapları çöpe atıp kendi kendime döngümü düzene sokmaya yönelik aksiyonlar aldım ve hayat kalitemi yerlere düşmüşken beni epey tatmin eden, kendimi bedenimin içinde rahat ve mutlu hissettiğim bir yere taşıdım. Ama annelik konusu değil rafların birinde beklemek, aynı evi, şehri, ülkeyi bile paylaşamayacağım biri gibiydi. Arkadaşlarım hamile olduklarını müjdeliyor, bir ya da birkaç avazda bebeklerini dünyaya getiriyor ve mahmur ama tatmin dolu gözlerle pusetleri itiyorlardı. Onlar için mutlu olur ya da hayatlarında açtıkları yeni sayfalar için heyecan duyarken, bedenimin çocuk üretemeyeceği gerçeği ile iyiden iyiye barıştım. Barıştım sandım. Evlendiğimde dahi, birlikte olduğum kişinin çocuk istememesi / çocuklardan pek hoşlanmaması beni rahatlattı.
Ta ki pandeminin başında evliliğimi sonlandırıp Bodrum’a döndüğümde gittiğim yeni jinekoloğumun bana yumurta sayımın epey fazla olduğunu, polikistik over’li olmamın çocuk yapamayacağım anlamına kesinlikle gelmediğini ve kendisinin de PCOS’lu olmasına rağmen anne olduğunu söylemesine, bu ‘kutlu’ haberi aldıktan kısa süre sonra tanıştığım adamın da artık boyundan posundan, güzel huyundan oldukça etkilenmeme, onun da beni kapıp bu diyarlardan kaçırmasına ve bizim bir anda birlikte yaşamaya başlamamıza dek. Hayatımda daha önce hiç deneyimlemediğim bir şey oldu. Bir gün benim asla çözemediğim, çözemeyeceğim bir işi allem edip kallem edip çözdü, bitirdi ve “Haydi gidelim,” diyerek arabaya yürümeye başladı. İşte o anda içimde bir şey çözüldü. Rüyalarımda kucağımda sling’de bebeğimle ormanda yürüyüşler yaptığımı görmeye başladım. Sabaha karşı uyku ile uyanıklık arasında birbirimize sarılırken eli karnıma gittiğinde sanki ikimiz de orada bir cana dokunabilirmişiz gibi irkiliyorduk. Güzel, garip zamanlardı ve pek çok güzel, garip zaman gibi o da bitip gitti. Üstünden neler neler geçti.
Ama ben Sheila Heti’nin Annelik isimli kitabını okurken gözleri dolu dolu olan ve kitaba devam edemeyen kadın değildim artık. Çocuklara duyduğum sevgiyi, kendi kendime onlarca sene bastırdığım güdülerimi, isteklerimi, hislerimi merakla karşılamaya başladım. En azından anne olmak istediğim gerçeği ile barıştım. Olur muyum, olmaz mıyım, orası epey muallak ama “İstiyorum,” diyebilmenin yanında “Yapabilirim,”i dillendirebilmek bile kendi küçük dünyamda çok kıymetli benim için. Bu nedenle Yakınlıklar’da anneliğin bin bir rengine dokunan öyküler içimde çok teli titretti. Yazarın Multitudes: Eleven Stories isimli öykü kitabını indirdim; bir ara ona da başlayacağım.
*
Bu hafta yine susuz kalmış gibi okumaya, dinlemeye, izlemeye devam ettim. Lokal kitabevimiz İle’ye yaptığım bir akşamüstü ziyaretinde, “Haydi kurgu dışı bir şeyler bakınayım,” diyerek Adam Philipps’in İlgi Arayışı ile David Le Breton’un Hayatı Yürümek isimli kitaplarında karar kıldım. Haftanın iki akşamını mum ışığı eşliğinde geçirdiğimiz için (yağmur yağıp, az biraz şimşek çaktı mı köyümüzde elektrik pıt diye gidiverir), biraz kitap okuyup erkenden yumdum gözlerimi. Çağdaş Meksika edebiyatının önemli yazarlarından addedilen (öyleymiş yani, üzgünüm ben ismini bu sene işittim) Alberto Ruy Sanchez’in Dokuz Kere Şaşkınlık kitabını bitirmek üzereyim; Dublinesk Yayınları’ndan çıkan kitap erotik bir novella desem değil, hayali bir şehrin efsanelerinin şiirsel bir anlatımı desem değil, gerçekten kendine has bir metin. Keyifle okuyorum, bugün yarın biter herhalde bu ufacık tefecik kitap. Really Good, Actually devam ediyor, uyku evveli romanım oldu artık ve o da bitmeye yakın. Okuma rutinimden ve dikkat eksikliği çekmeyişimden (bu zaman zaman beni epey zorluyor ve hiçbir şey okuyamadığım dönemler oluyor) pek memnunum; her ne kadar yakın gelecekte biraz sekteye uğrayacağını / değişim dönüşüm geçireceğini ön görsem de.
Bu değişim dönüşümün sebebi yakın zamanda işe başlama ihtimalimin yüksekliği. Zaten Urla’dan Bodrum’a travmalarımı paket yapıp döner dönmez içine gireceğim bu ‘sakin’ dönemin fazla uzun sürmesinin can acıtacağını ve bana kendimi olduğumdan yalnız hissettireceğini bildiğim için fazla kapılmamaya karar vermiştim. Evet, biraz üstümü başımı düzelteyim, kendime çeki düzen vereyim, epeyce oynanan ayarlarımı yine fabrika düzeyine çekeyim ve daha dengede ve iyi hissedeyim ben istedim ama boş zamanın fazlası şu an bana kesinlikle fayda sağlamayacak, hiçbir anlamda. O yüzden kulaktan kulağa duyuruyordum iş aradığımı. Bir süre masa başında, evde, yalnız çalışmak istemiyorum; mümkünse fiziksel olarak da aktif olacağım, dışa dönük olarak yapabileceğim ve keyif alacağım bir iş, herhangi bir iş kabulüm diyordum. Aklımda da, aslında çok istediğim, bir şey vardı. Fingers crossed, bir sonraki yazıda o işin olduğunu ve başlayacağımı / başladığımı haber ederim umarım.
*
Hafta başında kendi kendime - tutamayacağımı az çok bildiğim - bir söz verdim ve her akşam bir film izleyeceğim dedim. Filmlerin birkaçını seçtim, Letterboxd’da izlenecekler listeme ekledim, hafta ortası Mandalorian’ını da cebe attım ama gelin görün ki iki günü elektriksiz geçirmek ve kalan akşamları da illa bir filme adamak içimden gelmediği için bu haftayı iki filmle kapadım: herhalde 2008’de izlediğim ve büyük ölçüde unuttuğum, Mubi’de son günlerini geçirmekte olduğu için “Haydi bir üstünden geçeyim,” dediğim My Blueberry Nights (Wong Kar Wai’nin çekip de benim izlemediğim bir filmi yok zaten, pek seviyorum) ve Carla Simon’un Alcarras’ı. Alcarras için belgeselimsi bir dram diyebilirim sanırım; bu yıl Berlinale'de Altın Ayı kazanan filmin diyalogları, filme ismini veren köyde şeftali yetiştiren bir ailenin çevreyle birlikte geçirdiği değişimi, insanlığın ve doğanın kaç farklı yöntemle katledilebileceğini bize gösteren ‘gerçekçi’ bir filmdi. Epeydir aklımda olan Corsage’ı Pazar Gecesi Sineması kapsamında izlemeye karar verdim; böylece her akşam olmasa da 3 filmle bu haftayı kapatırım. Geçen hafta tik ata ata ilerlediğim listeye bu hafta da devam ettim ve bir evveline nazaran çok daha iyi gittiğini görmek mutlu etti. Küçük adımlar birike birike hayatımı çok daha iyi hale getiriyorlar. Gerçekten o kadar sarsılmışım, sinir sistemim kaç-don’da öyle bir takılı kalmış ki, don’dan erimeye geçiş ve ardından yeniden kendimde ve etrafımda sıcaklık hissedebilmeye yeni yeni başlıyorum.
Yattığım yerden doğrulup hayatı yeniden adımlamaya başladığım bugünlerde deney gibi görebileceğim, deney gibi görmek isteyip istemediğime dahi şöyle bir duraksayıp, ölçüp biçip karar verdiğim birkaç olay yaşadım. İlki Cumartesi gecesi dans etmeye gittiğimizde gerçekleşti. Arzum yalnızca arkadaşlarımla dans edip keyifli bir gece geçirmek iken, bir adamın ısrarlı ilgisiyle bir miktar garip anlar yaşadık. Aslında birbirimizi tanıyabileceğimiz bir çevrede büyümüş olsak da, bir biçimde birbirimize yabancıydık ve birlikte çıktığım arkadaşlarımdan biri bunun o şekilde kalması için çabalarını eksik etmedi. Beni bir koruma kalkanının içine aldılar ve ben bakışlardan kaçamasam da onun haricinde her türlü temastan azade halde dilediğim gibi dans edebilmeyi, şarkı söyleyebilmeyi başardım. Bu akşam da aynı mekana gideceğim ve o kişinin beni hatırlayacağından bile şüpheliyim; düşük bir profil çizerek (yani her zamanki içe dönük halimi sürdürerek :)) bu sefer kendi kendime eğlenip güzel bir gece geçirebilecek miyim, bakalım. Tek başıma ve alkol almadan dans etmeye, yemeğe, eğlenmeye çıkmak benim için hiçbir zaman sorun olmadı, bunun böyle devam etmesini temenni ediyorum.
Arkadaşlarımla, ailemle, köpeğimle ve kendi kendime geçirdiğim vakit beni o kadar tatmin ediyor ki bu ara, taze bekar hayatımın ilk ‘coffee date’ tekliflerini de kibarca savuşturuyorum. Yeni bir ilişkiye başlayacak ne isteğim ne hâlim var. O yüzden bu hafta birini bilinmeyen bir zamana öteledim, diğerini de ‘date’ten öte yeni taşınılan bir yere adapte olma & sohbet muhabbet isteği kapsamına almayı seçtiğim için bugünden (evet, normalde şu an onunla buluşacaktım ama kendime güzel bir kahve ısmarlayıp yazı yazmak, kitap okumak ve sonra yürüyüş yapmak daha cazip geldi :)) önümüzdeki haftaya erteledim. Bence merak uyandıran biri, o yüzden kendimi, “Bir kahve içmekten zarar gelmez,”lerle azıcık ön saflara doğru iteliyorum. Geçen gün dinlediğim bir podcast bölümünde Jay Shetty solitude - loneliness üzerine konuşurken, “Solitude is the antidote to loneliness and is the glory of being alone,” demişti, yüzde yüz katılıyorum. Kendimi kişisel, finansal, mental, duygusal olarak iyileştirir ve sağlığımı, ilişkilerimi derli toplu muhafaza etmeye gayret ederken dikkatimi, enerjimi başka birine pay etmek istemiyorum sanırım.
*
Geldik Pazar gününe. Nantes - İstanbul - Bodrum hattı zoom date’imizi yaptık dostlarımla. Dışarıda rüzgar her şeyi birbirine katmaya ant içmiş bir çılgınlıkta esip gürlerken, içerisi kahve yanında envai çeşit gülecek, üstüne kafa yoracak mesele ile doluydu ve ah o iki güzel yüzü görmek bana ne iyi geldi. Şimdi Duolingo ile Almanca çalışıp kendime misler gibi bir brunch hazırlama zamanı. Sonra da yüzümü gözümü kapayıp (50 spf güneş kremi çoktan sürüldü), müzik eşliğinde uzun bir yürüyüşe çıkacağım. Önümüzdeki hafta hayatım daha farklı bir ritimde, çok daha farklı bir yönde akmaya hazırlanır ve belki de son ‘tatil’ Pazar günümü geçireceğimi yavaş yavaş idrak ederken, rüzgarlı ya da değil, bugünün de sefasını sürmeye niyetliyim.
Veda busemi kondurayım.
Ciao!
D.