kapağımızda yazmasını istemediğimiz şeyler.
kapağına göre yargıladığım bir romanın beni oradan oraya savurma hikayesi.
Başlarken, son günlerde kulağımdan eksik etmediğim ve ukulele ile kendime ninni misali çalıp söylemeyi pek sevdiğim.
Arada sipariş veren, ödeme yapan, baristalar ile ayak üstü sohbet eden insanlar ve kahve yapan makinalar haricinde hiçbir sesin kulağıma uğramadığı, onun yerine burnumun fırından tazecik gelmiş kruvasan ve envai çeşit hamur işinin kokusuyla bayram ettiği Çarşamba sabah 10:00’dan birkaç saat geri gittiğimde, şu an kahvesi ve suyu yanıbaşında, bacak bacak üstüne atmış, üstünde siyah kot şort, uçuk pembe hoş bir bluz, saçları açık, şıkır şıkır takıları, yüzünde hafifçecik makyajı ile yüksek tavanlı bu tatlı kafede bir masaya yerleşmiş, pür dikkat önündeki ekrana bakarak bir şeyler yazan bu kadının dışa yansıttığı ne varsa tam zıttını içimde hissederek uyandığımdan emin gibiyim. Oysa dün gece kaşıkladığım his türlüsü mideme fena oturmuştu; sindirme haline ne zaman geçerim, nasıl mümkün kılarım hiç bilemesem de, bir kere daha anlıyorum ki ‘esnek dayanıklılık’ benim süpergücüm, çalıştıra çalıştıra en sağlam kıldığım kasım.
Harıl harıl iş başvurusu yapmaya başladım bu hafta. Geldi de hemen bir deneme çevirisi, bugün yapıp göndermeyi planlıyorum. Paydos saatinden sonra bir sergi açılışına gidecek, büyük ihtimalle 1532 tanıdık göreceğim. Gün içi spor, güneşe yüz dönmece, halledilmesi gereken birkaç elzem iş şeklinde geçecek. Dün Yalıçiftlik sahilinde denize karşı kıpırtısız uzanırken gereken vitaminleri moralleri depoladığıma inanmak istiyorum.
Bundan birkaç hafta evvel bir kitap siparişime kattığım, ardından elime aldığımda kapağında yazan referans alıntısını çok ‘cheesy’ bulduğum için çalışma masamdaki Okunacaklar köşesinde alt sıralarda beklemeye bıraktığım romanı, Japon Edebiyatı maratonumda ufak bir su molası verme ihtiyacı hissederek bir gece yatağa süzüldüğüm esnada elime aldım. Elime aldım ve bırakamadım. 15-20 dakika okur, uyurum derken bir baktım 2 saat geçmiş. Ertesi gün de fırsat buldukça gömüldüm ve dün finali binge-reading maratonunu sonlandırdım. Güzel aktı gitti, yazarın yayımlanan bu ilk romanı Sally Rooney’nin Normal İnsanlar’ı ile karşılaştırılsa dahi, bana kalırsa çok daha etkileyici betimlemeleri ve anlamlı bir olay örgüsü ile anlatılan bir nevi duble-coming-of-age-story idi.
Bahsettiğim roman Claire Daverley’nin Domingo Yayınları’ndan Emrah Serdan çevirisi ile çıkan Gece ve Sonra’sı. Birbirlerinden gerek karakter gerek yetiştirilme tarzı olarak epey farklı iki gencin, Rosie ve Will’in lise yıllarından üniversite ve sonrasına uzanan kavuşma / kavuşamama, hayat yollarında tökezleme / yere yapışma / doğrulup baştan başlama süreçlerini takip etmek hakikaten sürükleyici bir dizi seyretmekle eşdeğerdi benim için. O seneler içinde kopma ve yeniden yolları kesiştirme halleri anlamlıydı. Usul usul yazmış Daverley, ama asla ‘basit’ diyemem cümleleri için. Müthiş bir edebiyat ziyafeti çekmedim elbette, ama bana istediğimi verdi: kapakta yazan ve beni iten o ‘cheesy’ referans cümlesinin aksine, dikkatimi yoğunlaştırarak, keyifle okuyacağım bir aşk & dostluk hikayesi.
Bu esnada fark ettiğimde beni içimden kıs kıs güldüren şey ise kitabı yalnızca evde ve tek başıma gittiğim sahilde, etrafta kimsecikler yokken okumam oldu. Amma taktın şu kapağa, dedim demesine ama işte, yanımda taşımadım. “Keşke o içine iki kaşık daldırılmış mısır gevreği ve süt dolu kase illüstrasyonu ile bıraksaydınız be gülüm, ne gerek var, ‘Bir aşk hikayesinden çok daha fazlası,’ tarzında bir şeyler yazmaya?” dedim. Bu kapakta yazmasından rahatsız olduğum şeyler mevzusu beni, biz birer kitap olsak ön ve arka kapaklarımızda nelerin yazmasından rahatsız olur da sakınırdık, bunu düşünmeye sevketti. Mesela biri bana baktığında alnımda “Yirmili yaşları boyunca majör depresyonla mücadele etti, başarısız bir intihar girişiminin ardından hayatının geri kalanını nasıl geçireceğini kara kara düşünürken hayat ona bambaşka kapılar açtı. Şimdi yalnızca sosyal anksiyete ve panik ataklarla baş etmeye çalışıyor, Dikkat, kalbi kırılabilir!” yazmasını istemezdim. Ya da “Hayatında hiç aşık olmadı zavallıcık. İsminin de hakkını veremedi. Neymiş? Dilcun: gönlün aradığı sevgili, gönülçelen’miş. Vah. Biten bir evliliğin yanında binbir umut ve heyecan ile başlayıp hüsranla sonlandırdığı ilişkileri cebinde, hâlâ ‘insanına’ rastlayacağı günü bekleyen bu umutsuz romantiğin maceralarını takipte kalın!”
Kapağımızda yazmasını istemediğimiz şeyler. Ne çoklar aslında, gören olsa bize elini uzatmaz. İrili ufaklı, utanılası taraflarımız. Gurur duymadığımız aksiyonlarımız, bazen ne yapsak yapalım değiştiremeyeceğimiz özelliklerimiz. Dışımızda, içimizde, etrafımıza serpilmiş o ‘çirkinlikler.’ Kimse bilmesin, en azından en başında. Yoksa takdir görmeyiz, yoksa yalnız kalırız, rafta o kimsenin okumak istemediği kitap oluveririz. Mazallah. Persona kavramına, takıp çıkardığımız maskelerimize filan hiç girmiyorum şimdi ama naçizane söyleyeceğim şey: it’s not a mask if you wear it right. :)
İstanbul’daki son turistçilik haftamda görüştüğüm ve aslında biraz Rosie ile Will’in ilişki dinamiğine benzer bir akışta seneler içinde uzaklaşıp yakınlaştığım, yine de her daim yanımda olduğunu ve bir şeye ihtiyacım olduğunda arayabileceğimi bildiğim (aynısını hiç düşünmeden benim de yapacağım) biriyle laflarken bana, “Senden şüpheye düştüğüm, bu insan bu kadar saf ve iyi olamaz muhakkak çok karanlık tarafları, benden gizlediği sırları, marazları olmalı dediğim çok zaman oldu. Hâlâ da inanamıyorum bu sevgi dolu, pür haline, bir şey gizliyor olabileceğine inanmak daha kolay geliyor bana,” dedi. Ne cevap vereceğimi bilemedim, sonuçta hiçkimse, “Tatlım ben çok iyi, kalbi tertemiz, hiçbir kötü huyu olmayan, şeker şerbet bir insanım,” diyemez, diyene de güler geçeriz.
“Yani, gördüğün gibiyim işte. Bir şey saklamıyorum, iyisiyle kötüsüyle görüyorsun senelerdir gidişatı,” demekten başka bir şey gelmedi aklıma. Mesela bir eski sevgilim yeni tanıştığımızda, belki fiziksel olarak yan yana ilk defa geldiğimiz gündü, arabada bir yerlere giderken, “Kendimizde hoşumuza gitmeyen bir huyumuzu söyleyelim,” deyip, kendi adıma ‘alınganlığımı’ örnek vermemin üzerine, “Ben pasif agresifim,” demişti. Sağ olasın dürüstlük reis, hakikaten da pasif agresifin önde gideni olduğunu bendeniz kırmızı-bayrakları-görmesine-rağmen-bodoslama-ilişkiye-giren-şapşal bol bol deneyimledim. :) Sonra pılımı pırtımı toplayıp, o pek sevdiğim ve artık ben buralarda yaşarım dediğim diyardan memleketime geri döndüm. Ve hatta bu Substack hesabını açıp, yazmaya başladım. Her şerde bir hayır var diyelim, sonra da bu bahsi kapatalım.
Sabah kahvesi bitti, sabah sporu yapıldı, başka bir kafede, tıkır tıkır çalışan bir arkadaşımın yamacında bu yazı tamamlandı. Artık gürültüye, daha fazla uyarana tahammülüm kalmadı. Yalnız kalma saatim geldi çattı. Akşam da ahali arasında olacağım için fırsat bu fırsat diyerek gün içinde biraz sessiz sakin kalmak iyi gelecek. Motoruma atlayıp biraz dolanayım.
Ciao!