Hayatta etkisiz eleman olmak.
JOMO, aralık bırakılan kapılar, izlediklerim, okuduklarım, aldığım birtakım kararlar ve dünya üzerinde geçen bir haftacık daha...
Cumartesi akşamı, yani bilgisayar başına geçip haydi bu haftanın yazısını yazayım demeden birkaç saat evvel, iş çıkışı kendimi bir bira içmeye ve doğruca eve ışınlanma itkisine karşı gelerek en az bir saati dışarıda insan içine karışarak geçirmeye zorladım. Deniz kenarında yürüdüm biraz, kulaklık takmadım, gün batımını izledim ve çocukluğumun geçtiği sokaktaki pub’a oturdum. Biramı söyledim, çantamdan kitabımı çıkardım ve kâh dışarıyı seyredip kâh Julian Fuks’un Direniş isimli romanına devam ederek oturdum. Annem aradı, hastaneden çıkıyordu ve sesi moralsizdi, onu davet ettim. Birlikte oturup biralarımızı içtik, hayata dair yılgınlığımızı birbirimizden gizlemeye çalışmadan rahat rahat sohbet ettik; öyle ki dün herkes harıl harıl hıdrellez hazırlıkları yapar, dileklerini madde madde kağıtlara döküp çizimler ekler ve gül ağacı, deniz, ateş, açık cüzdan vs. ritüellerini gerçekleştirirken biz aklımızdan bile geçirmedik herhangi bir dileği kağıda aksettirmeyi. Akşam yemeği de yememiştim, azıcık gevşemiş halde döndüm eve.
Hiçbir şey de izleyesim gelmedi (seçeneklerim yeni başladığım White Lotus 2. sezon’da nerede kaldıysam oradan alıp götürmek, Trevor Noah’ın şovlarından birine başlamak ya da izlemek istediğim filmlerden birini açıp öyle uyku bastırana dek gittiği yere kadar ona bırakmaktı gözlerimi) ve muhtemelen bu garip yazıyı tamamlayıp, dişlerimi fırçalayıp, okumak için çok geç kaldığımı düşündüğüm, bugün bir yerde kitaptan bir alıntıya denk geldiğimde bu ayıbı hatırlayarak kütüphanemden başucuma taşıdığım Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’inden birkaç sayfa (satır? yorgunum.) okuduktan sonra rüyalar alemine cumburlop dalacağım. Yarın Pazar ve işte en yoğun gün. Şu sıralar çok az uyuyabiliyorum ve bu gece deliksiz bir uyku çekmeyi ümit ediyorum.
Sarı, çizgili bir not kağıdına bir şeyler karalamışım. ‘Joy of missing out’ yazmışım, ki aslında Fear of Missing Out’tan fersah fersah uzak biri olduğumu düşünürken, özellikle son bir iki haftada, yani sanırım bayram tatili sırasında herkes Bodrumcuğum’da gezip tozar, yiyip içer, ben görmüyorum ya sanki kafamda yüz katla çarpılıyor, acayip güzel vakit geçiriyorken ben iş-hastane-ev arasında mekik dokumaktan başka bir şey yapmadığım için içimde filizlenen imrenme duygusuyla çok zorlandım. Hayatı kaçırıyordum sanki, tüm eğlenceyi, tüm harika gün doğum ve batımlarını, kahkahaların yeri göğü inlettiği buluşmalarda bir ben yoktum gibi saçma sapan, ama sonuçta içimde gezinen bir his. Birkaç gün sonra ise aslında her gün, belli saatlerde bu anları pek tabii benim de yaşayabileceğimi, ancak yaşamamayı tercih ettiğimi fark ettim. Bir şeyleri kaçırmaktan bir haz, bir neşe de duyuyordum. Eve varmak, evde olmak, gevşemek, dinlenmek, kendi kendime kalmak müthiş bir konfordu. Ben bu konforu seçiyordum; kaldı ki aslında dışarının harala gürele, sigara dumanlı, saçma sapan müzikli, sıkış tepiş eğlencelerini de sevdiğim bir gün bile olmamıştı. Doğada güzel bir gün geçirebiliyorum hâlâ, huzurlu koylar benim, beni bekliyorlar da, hiçbiri bir yere kaçmıyor, sevdiğim, yanlarında rahat ve mutlu olduğum insanlarla sabahtan akşama değil, daha tadı damağımda kalarak görüşmek de bana iyi geliyor. Kafi, olduğu kadar, böyle iyiymişim aslında dediğim. Kim bilir, belki de züğürt tesellisidir ama günü kurtardı çoğu vakit.
Bugün öyle değildi ama. Bugün Ada (7 yaşında, arkadaşım olur kendisi) bile bana “Dilcun, sen mutsuz musun?” dedi. “Ne anlamda soruyorsun Adacım, bugün kendimi iyi hissetmiyorum gibi mi, yoksa genel olarak hayatımda mutlu değilim gibi mi?” dedim. “Bugün de, ama genel olarak da,” dedi. Ben de bugün canımın sıkkın olduğunu, ama genel olarak hayatımdan memnun olduğumu söyledim. “Canım sıkkın çünkü önemsediğim insanlar tarafından dışlandığımı, önemsenmediğimi gördüm. Sen de böyle birkaç arkadaşının seni biraz oyunun dışında bıraktıklarında ya da aralarında fısır fısır bir şey konuştuklarında alınıyorsun, değil mi?” dedim. Bahsettiğim şey elbette ona çok tanıdık geldi ve başını evet anlamında salladı. “Ben de ona benzer bir şey yaşadım ve keyfim kaçtı,” dedim. Birazcık daha konuştuk, sonra ben ona iki top dondurma verdim kapta ve o da dondurmasını yiye yiye arkadaşlarının ve kitapçının etrafında sevip beslediğimiz köpeklerin yanına, koşup oynamaya döndü. İçimde şu şarkı çalmaya başladı. Fırından “Ting!” diye bir ses geldi, kruvasanlar pişti ve ben yine düşünmediğim, üzülmediğim, hiçbir şeye vakit bulamadığım o yoğun çalışma saatlerine kaldığım yerden kendimi bırakıverdim.
Şöyle bir yerde konumlandırmak istiyorum kendimi hayatımın bu garip döneminde: etkisiz eleman. Bir odadaki etkisiz eleman. İnsan ilişkilerindeki etkisiz eleman. Kimsenin gözlerini dikip bakmadığı, kimsenin ahbaplık, arkadaşlık haricinde bir beklenti ile adım atmadığı, X’in ve Y’nin ve C’nin ve P’nin arkadaşı olarak onları bir oda içinde birbirine bağlayan, onların bakışları birbirine kilitlenirken yavaş ve sessizce kenara çekilip olanı biteni izleyen, “Ah, eğleniyor kendi başına,” kişisi olmak istiyorum. Ancak öyle rahat ve ‘ben’ olabileceğimi düşünüyorum. Şöyle görünmek, böyle davranmak kaygısı gütmeden, fasulyeden sayılmak. Üzücü mü tınlıyor okurken bilmiyorum ama ben bu isteğimi fark ettiğimden bu yana rahatladım bir miktar. Kimsenin bakışının hedefi, gönlüne yerleştirdiği olmak istemiyorum. İç kıpırdatan hiçbir duygunun beşiği olamayacak kadar boş ve boşluktayım. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim çünkü daha önce hiç 36 yaşında olmadığım gibi, bu yaşa bastığım günden bu yana yaşadıklarım gibisini deneyimlememiştim.
Bu hafta yalnızca Judy Blume’un - bana göre - epeyce heyecan veren hayat hikayesinin anlatıldığı Judy Blume Forever’ı izledim. Biraz dizi bakındım evet ama sadece bir iki bölüm White Lotus çekti beni. Dinlediğim sesli kitaplardan I’m Glad My Mum Died bitti, dinlerken ben de bittim “Bu nasıl anne?!” diye diye. Nasıl becerdim bilmiyorum ama kendimi yine arkadamdan ittire ittire pilates dersine götürdüm Pazartesi günü. Hareketime ve yediğime içtiğime özen gösterdiğim bir hafta oldu sanırım. En azından buralardan artı puanlar toplayayım dedim, iyi de oldu. Güzel Bodrumumuz yer yer sağanak yağışlı, lodoslu, arada mıy mıy eden sonra yüzünde güller güneşler açan hallerden hallere geçişlerdeydi. Bir akşam uzun uzun ukulele çaldım, şarkı söyledim ve o saatler nasıl geçiverdi hiç anlamadım. Arkadaş dinamiklerimi gözden geçirdim yaşadığım birkaç özensizliğin ardından ve şuna yine-yeni-yeniden karar verdim: Hep arayan soran, görüşmeye çalışan, ekildiğinde bile bir şey demeyen, alttan ala ala karşı tarafın özensizliğine iyice alan bırakan biri olmak yerine birkaç adım geride durmak, kendi nazik, özenli, emek veren çemberinde kalmak iyidir. Sana belli açılardan saygı göstermeyen birinden uzak durmak da öyle. Sınırların laçka edilmesi pek benlik bir şey değil.
“Faydalı boşluk” olarak adlandırdığım bir aralık var benim. İkili ilişkilerde nefeslenmek, az ötede durmak, susmak, es vermek, kapıyı çarpıp çıkmadan, hatta kapıyı sıkı sıkıya kapamadan şöyleden bir aralık bırakıp çıkmak. Bir vakit sonra girebilir, çıkabilirsin, ama az biraz essin o aralıktan. İzin ver. İzin ver ki içerisi de bir havalansın, içler az biraz ferahlasın, zaman aksın; sonra isteyen başını uzatır bakar, bir gülümser, hal hatır sorar ve yeniden onanır, onarılır sohbetler.
Yine uyuyamadım; arada denize girdiğim, sonra da koşa koşa Babun’a döndüğüm, denizdeyken tanıştığım bir çekim ekibi ile kitapçıda çekim yapmak üzerine fikirlerimi Oya’ya anlattığım bir rüya gördüm. Hava aydınlanırken ben de çıktım yataktan, Ezop’u bahçeye bıraktım. Denize baktım uzaktan. İçmek için pek de ölüp bitmediğim bir kahve yaptım, giyindim hazırlandım. Sanırım uzun uzun yürüyüp, erkenden de işe gideceğim. İşleyeyim de açılayım, kendime geleyim.
Yolun güneşli tarafından, rotamı sahilden geçirerek elbette.
Sevgilerimle,
D.