Güneşi gördüm mü, dönerim ona yüzümü.
Hayatın daimi sağlama alma çalışmaları vız mı geliyor, tırıs mı gidiyor?
Yazarken bana, okurken size bir eşlikçi:
Takuya Kuroda - Everybody Loves the Sunshine
Birkaç hafta evvel 35. yaşımı bitirdim ve pek de üzerine düşünmeden, 36 kulvarında bir tazı değil kaplumbağa olmaktan memnun, günlerin içinde usul usul kulaç atmaya devam ettim. Urla’da, sevdiğim bir kafe olan Noon’da kendime sabah yürüyüşü sonrası bir fincan ‘doğum günü kahvesi’ ısmarlayıp, “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var,” mı diye kafa yordum bir miktar, kış güneşi yüzümü sıcacık ederken. Cevabı, yalnızca geçtiğimiz sene değil, genel olarak 30’un ilk yarısında öğrendiğim, hayatımın, kişiliğimin içine iyice yedirdiğim, öyle ki artık benim ayrılmaz bir parçam olan ‘resilience’ yani ‘esnek dayanıklılık’ oldu. Benim bir süper gücüm varsa, o da gözlerimi her sabah umudum, yaşama sevincim yenilenerek açabilmek, eğilip bükülsem de zihinsel ve ruhsal dengemi hızla bulabilmek, her şeyin geçiciliğine ve her karanlık gecenin de, her yakıcı gündüzün de sonsuza dek sürmeyeceğine sarsılmaz bir inanca sahip olmaktır.
Evet, içten içe biraz böbürlenerek bunu geçirdim aklımdan. Omzuma hayali bir kutlama pıtpıt’ı bile yapmış olabilirim.
Bunun üzerine sevgili hayat, benim ufak tekneme bıyık altından gülerek bir bakış fırlatıp, demir attığımı sandığım koya dev dalgalar göndermeye karar verdi. “Öyle şıp şıp bir o yana bir bu yana salınmakla anlaşılmaz,” dedi, “bir sağlamasını alalım, ne dersin?”
Ve burada teybin (yaşım ortaya çıkacak derdim ama zaten gizlediğim bir şey yok) hızla ileri sarma tuşuna birkaç saniye basıyor ve kendimizi geçen hafta Cumartesi gününe, kaldığım(ız) tiny house’un salon-mutfak-yemek odasının tam ortasında avazım çıktığı kadar bağırarak öfke nöbeti geçirdiğim, elimdeki telefonu defalarca yere çalarak paramparça ettikten sonra içi su dolu lavaboya attığım, masadaki salata kasesini, rakı bardaklarını ve gözüm neredeyse hiçbir şey görmediği için kim bilir daha neleri parça pinçik ettiğim, küfür etmekten de işitmekten de hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen aklıma hayalime gelmeyen küfürleri ipe dizdiğim, bunların hiçbiri beni rahatlatmayınca elimi kolumu savurup dolaplara vurduğum o meşum geceye ışınlanıyoruz. Parmağımızı tuşa şöyle bir değdirip çektiğimizde ise beni, bir aydır orada yaşadığım için epey birikmiş eşyalarımı iki bavula, o da yetmeyince sırt çantaları, bez çantalar ve artık elime ne geçerse onlara tıkarken görebiliriz.
Yazarken benim çenem kasıldı, omuzlarım ağrıdı. Bu sahneler gözde canlandıysa devam edelim.
Her yer temizlendi elbette; tek bir cam parçası kalmasın, salatanın suyu, domatesler, balık kılçıkları hiçbir yeri kokutmasın diye, bunca sene yaptığım squat’ların ekmeğini işte o akşam eğile kalka temizlik yaparak yedim. Bodrum’a dönmeye hazır 1532 çanta arabada kaldı, biz tükenmiş halde, ağrılar içinde uyuyakaldık. Çok sarsıldım; öfkemin yakıcılığı, ağzımdan çıkanlar, oturduğum yerde, yaşadıklarımdan ötürü asabımın ne denli bozulmuş olduğunu fark etmek elime batıp kanatan camlardan daha çok acıttı canımı.
Pazar sabahı, güneşli. Huzurlu, doğa içinde geçecek bir gün vadediyor, gelincikli, papatyası bol. Sıkılmış portakal suları ve taze sandviçler, ormanın içinde çamurlara basa basa yürümekten hoşlanan kadife tüylü bir köpek, devasa bir çınarın altında, sessizlikte yan yana oturup okunan kitaplar. Vaatlerini yerine getiren bir gün, iyi bir gündür. İlerisi için de umut aşılar insana. Bana güç verir, orası kesin.
Peki o halde, neden bir gün sonra birlikte yaşayacağımız ilk evi tutmak üzere ev sahibemiz ile el sıkışmış, akşam eve döndüğümüzde bahçesinde 18 yıllık mimoza ağacı olan, yatak odasına kütüphanemi yerleştirme planları yaptığım, kışın şömineyi yakıp diz dize sohbet edeceğimiz, bir şeyler okuyacağımız, sevdiğimiz dizinin bilmem kaçıncı bölümünü seyrederken onun çoktan yorgunluktan uyuyakaldığını fark edeceğim o evde kim bilir ne kadar keyifli günlerimizin geçeceğini düşünüp birbirimize sarılırken ertesi gün temelli Bodrum’a geri döndüm? Nedenini nasılını ben düşünedurayım, 4 gündür kördüğüm olmuş hislerimi sabırla açacak, inceleyecek, kabul edecek, omurgamı yine kendi kıvrımlarında tutacak o esnek ve dayanıklı yere varabilecek miyim?
Merak ediyorum. Bir anım bir anıma uymuyor diyemem, ama içimde fırtınalar kopuyor. Buzlarım hâlâ çözülmedi, hâlâ bir miktar zombi gibiyim ama insan böyle zamanlarda hatırlatıyor kendine, bir dostuna hatırlatır gibi: “Henüz her şey çok yeni, lütfen biraz zaman ver kendine. Acele etme iyi hissetmek için, zorlama. Yanındayım.”
Bodrum’a döner dönmez, ki o da başlı başına ayrı bir yazı konusu, kafamın içinde gereksiz miktarda dolaşıp durmayayım diye ilk iş fiziksel olarak hareketsiz kalmamam gerektiğine karar verdim. Uzun uzun yürümeyi çok severim ve şansıma - ya da şanssızlığıma - an itibariyle elimde bir kitap çevirisi yok. Yani işsizim, aylağım. Dilediğim kadar yürüyebilirim. Çalışırken okumak üzere beklettiğim kitaplara, dizilere, filmlere yüzümü dönebilir, kurslara katılabilir, arkadaş buluşmalarına, aile yemeklerine gidebilir, sonra da yatağa uzanıp boş boş duvarı seyredebilirim (bunu en son ne zaman yaptım hatırlamıyorum). Yürümenin yanına pilates eklemeye karar verdim. Urla’da başlamayı planladığım reformer’a burada, geçtiğimiz hafta başladım ve o iki ders, toplamda 100 dakika kendimi en tasasız hissettiğim vakitler oldu. Onun dışında gerçekten zor günler. Geçeceğini bildiğim, izinin kalıp kalmayacağına dahi kafa yormadığım.
Çocukken bir günlüğüme, “Her gün, her an, her şey daha kötüye gidiyor,” yazmıştım. İyimser küçük balığa bak sen. Şimdi her gün, her an, her şeyin daha kötüye ya da iyiye gidip gitmediğiyle ilgilenmiyorum. Çünkü öyle ya da böyle, gidiyor. Ben mi umursamaz hâle geldim, bunlara şimdilik kafa yoracak takatim mi yok, neden bilmiyorum ama suyuma Xanax katılmış gibi bir sisin ardından bakıyorum birkaç şeye. Öfkemi aşağılarda bir yerlerde sezinliyorum, üzüntümü, ama onlara ulaşamıyorum pek. Mış gibi yapmayı bırakalı çok uzun zaman oluyor, o yüzden ne diyebilirim?
“Qué será, será
Whatever will be, will be
The future's not ours to see
Qué será, será
What will be, will be.”
Yüzümü önce kendime, sonra aileme, dostlarıma, doğaya, ıslak burunlu, minik / büyük patili çocuklara, kitaplara, plaklara, hem bireysel hem de daha, çok daha geniş çapta güneşli, aydınlık, güzel günlerin geleceğine dair duyduğum inanca dönüyorum. Kendimi dünyaya kapayıp, kendime-acıma-partimde tek başıma dans ettikten sonra yine çift aşamalı cilt temizliğimi yapıp, gece serumumu, göz kremimi sürüyor, uykumu almaya gayret ediyorum. İnsanın kendini bir dövüp iki sevmesi acımasızca geliyor bana, ama hangimiz kendimize karşı biraz acımasız değiliz ki? Elimden geleni yapıyorum.
Bugün çok da samimi olmadığım bir kadının şöyle söylediğini işittim: “Elleri kullanmak lazım kafayı dağıtmak için.”
Daha çok yazmaya, çizmeye, yine linol baskı yapmaya, cyanotype’a eğilmeye, yemek yapmaya, bahçeyle ilgilenmeye ihtiyacım var ve bana iyi gelecek, geliyor. Biliyorum. Bebek adımlarıyla da olsa o yöne doğru yol alıyorum.
Sonra Instagram’da, kaleme aldığı otobiyografik romanlarından ikisini çevirmekten ötürü kendimi şanslı addettiğim Maya Angelou’nun daha önce rastlamadığım şu sözüne rastladım: “Every storm rus out of rain.”
Bir yağsam da açılsam, dedim içimden. Bir yağsak da açsak, iyi olmaz mı?
Herkes gün ışığını, o elmacık kemiklerimize öpücükler konduran, bizi ateşin karşısında mışıl mışıl uyuyan bir kedi gibi mayıştıran o sıcaklığı sever, biliyorum. Ama fırtınalara, yağışlara izin vermeyeyim mi? Ardından yine güneşin çıkacağını bilecek kadar yaşamışken üstelik.
Hava durumunun değişkenlik gösterebileceğini kabul ettim de, bakalım uyumlanmalarım nasıl olacak?
Bu hafta…
Okudum & Okuyorum:
Nikki Erlick’in henüz dilimize çevrilmemiş romanı The Measure’ı bitirdim. Bir sabah dünyada 22 yaşını doldurmuş herkesin kapısında, üzerlerinde kendi isimlerinin yazılı olduğu kutular ve bu kutuların içinde herkesin yaşam süresini gösteren ipler belirir. Gerçekten de ipin uzunluğu / kısalığı herkesin kaç yıllık ömrü olduğunu haber vermektedir. Roman kısa / uzun ipleri olan ya da kutusunu açmayı reddeden kahramanların iç içe geçen hikayeleri üzerinden “X sene yaşayacağını bilsen ne yapardın / yapmazdın?”ı sorgulatıyor. Dili çok akıcı, olay örgüsü sonlara doğru bir miktar cazibesini yitirse de oldukça doyurucuydu. Merakla okudum.
Elena Ferrante’nin Karanlık Kız’ını ikinci kez okudum. Okumak istediğin onca kitap varken neden ikinci tura döndün derseniz, Urla’da bir kitap kulübünün Mart ayı kitabıydı ve ben de katılıp, onlarla bu kitap üzerine konuşmak istemiştim. Alas!
Ferrante’nin eserlerine yabancı değilim. Annelik, tekillik, kendini gerçekleştirebilme, bencillik, sadakat, kıskançlık, yaşama tırnaklarını geçirme arzusu üzerine etkileyici bir romancık. Beyazperde uyarlamasını da tavsiye olarak iliştireyim. Eren Yücesoy Cendey çevirisi yine su gibi, kitap da Everest Yayınları’ndan çıkmış.
Eren Hanım’ın tazecik çevirdiği, benim ise en sevdiğim yazarlardan biri olan Jhumpa Lahiri’nin Olduğum Yer isimli romanı gönlümde müstesna bir yere yerleşti. Urla’da, küçük evimizin bahçesinde ikamet etmeye ve her sabah, her akşam bizi bağır çağır selamlama ant içmiş, Tibet adını verdiğimiz siyah-beyaz kedinin kâh kucağıma kıvrıldığı, kâh bir boyun yastığı gibi boynumu sardığı günlerde, kahveme eşlik etti bu güzel kitap. Lahiri epey uzun süre İtalya’da yaşayıp, İtalyanca kitaplar yazabilecek kıvama getirirken dilini ve kalemini, onun In Other Words isimli kitabını da buna benzer bir heyecanla okumuştum çünkü kitabın yarısı İngilizce (sağ sayfalar), yarısı İtalyancaydı. Bir o tarafı bir bu tarafı okumak, kendini Hukuk Fakültesi’nde bulmadan evvel uzun süre Karşılaştırmalı Edebiyat okumak isteyen yeniyetme kalbimi mutlulukla doldurmuştu. Olduğum Yer’i ise tamamen İtalyanca yazmış Lahiri; İtalya’da yalnız yaşayan yazar bir kadının gittiği, bulunduğu yerlerin başlıkları altında kendine, çevresine, yalnızlığa, aşka dair anlattığı hikayesine ortak oluyoruz. Çok sevdim.
İki kitaba eş zamanlı başladım: Amal El- Mostar ve Max Gladstone’un birlikte yazdıkları (biri Kırmızı isimli karakterin ağzından aktarılan bölümleri yazmış, diğeri de Mavi’nin), Hugo, Nebula, Lotus gibi birbirinden havalı bilim kurgu ödüllerini toplamış, Özlem Altun çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından basılan Ve İşte Zaman Savaşını Böyle Kaybedersin ile geçen gün marinada kahve içmek üzere sözleştiğim İnci’yle buluşmaya erken gidince -tabii ki- beklerken kitap bakayım biraz diyerek bir ona bir bana iki kitap alıp, sonra hangisini ona hediye etsem karar veremeyip İnci’ye resmen ‘o piti piti, karamela sepeti’ yaptırdığım ve haneme düşen kitap: Toshikazu Kawaguchi’nin Şebnem Tansu çevirisiyle Epsilon’dan çıkan kitabı Kahve Soğumadan Önce. VİZSBK’i okumaya çok taze başladım, henüz tam da içine giremedim ama bilim kurgu, özellikle de iyi bir bilim kurgu romanının başında bu tıkanmayı ve “Yahu şimdi ne oluyor tam olarak?” demeyi normal addediyorum. Beni içine alıp çok acayip dünyalara götüreceğini şimdiden sezebiliyorum. Kawaguchi’nin kitabını ise özellikle İngilizce edisyonunu çok görmeme, kitapçılarda, online olarak, başka arkadaşlarımın elinde sık sık rastlamama rağmen hep bir burun kıvırdım. Tırt bir kitap gibi geldi, ne yalan söyleyeyim. Sonra kitabın arka kapağını okudum, ardından başladım sayfaları birbiri ardına çevirmeye. Dili yormuyor, karakterlerle tanış olurken onları Sims karakterleri gibi anlatması bir garip gelmiyor değil, ama yorgun zihnimin de biraz bu sadelikte bir şey okumaya ihtiyacı varmış. Sevdim ya da sevmedim diyemeyeceğim, yormadan okunacak ve ardında çok da şey bırakmayacak bir çıtır çerez gibi daha çok.
Meg Howrey’in yeni romanı They’re Going to Love You da iPad üzerinden okumaya başladığım bir roman. Kapağına tav oldum, sonra Howrey’in We All Sant Impossible Things’in yazarı olduğunu fark ettim (okuma listemdeki bir başka kitap, methini çok duydum) ve kitabı hemen indiriverdim. Amerika’da bir sanatçı olmak, aile bağları, Los Angeles’ın AIDS ile cebelleştiği 80’li yıllarda yaşanan fırtınalı bir aşk ve o yıllarda annesi gibi ünlü bir balerin olmaya çalışan genç bir kadının seneler sonra dönüp o yıllara bakışı ile bize aktarılan kompleks bir hikaye. Alıp götürüyor; tarihsel kurgu sevenleri mutlu edecek bir roman.
Dinledim:
Bu hafta pek müzik dinlemedim ama podcast takibi açısından bereketli bir haftaydı. Geçtiğimiz senelerin Mart çalma listelerinde dolaştım ve daimi favorim March’22 beni epey oyaladı. Gabor Mate ve Adyashanti’nin birlikte kaydettikleri, şöyle uzun bir yürüyüş esnasında dinlediğim ve sevdiğim Emotional & Spiritual Maturity bölümünü önerebilirim. Esther Perel’li The Future of Love da sırada. Forever 35 isimli podcast’i çok uzun zamandır takip ediyorum; son zamanlarda pek dinlemiyordum çünkü çok fazla ürün yorumluyorlar ve yüz / vücut bakım ürünleri üzerine bir şeyler dinlemek hiç ama hiç ilgimi çekmiyor. Bu bölüm düşeş oldu, keyifle dinledim. İlk defa dinleyecekseniz Doree ve Kate’i, epey eski bölümlere doğru inmenizi tavsiye ederim. Tatlı kadınlar.
İzliyorum:
Mandalorian 3. sezon başladı, bu Çarşamba yeni gelen bölümü izledim. Unuttuğumuz bir yan karakteri alıp, ona dair bir hikaye anlatmaları ve anlatının sakince gerim gerim germesi, ileride ana hikayeye nasıl bağlanacağını merak ettirmesi hoştu; ardından Mando ve Grogu’ya geri döndük. Merakla bekliyorum devamını.
Yeni dizi arayışım var, bu hafta bir şeyler bulurum. Bulur, izler, muhakkak yazarım. :) Urla’da pek bir şey izlememişim, onu fark ettim.
Youtube’a sardım hayatımda ilk defa, New York’ta, Seoul’da filan yaşayan kadınların vloglarına göz atıyorum, mesela Sissel’inkine. Brooklyn’de yaşayan illüstratör Fran’e ya da. Pür dikkat izliyorum da diyemeyeceğim aslında, açıyorum ve arka planda oynuyor videolar, arada çekerse bir şey beni dikiyorum gözlerimi. İçimdeki dikizci Youtube vlogger’larını yeni keşfetti, onu biraz eğliyorum. Kafam dağılıyor, evde iş yaparken ‘arkada ses oluyor.’
Before Sunrise’i izledim 1532. kez, A Man Called Otto’yu seyrettim ama Ove’nin Amerikan uyarlaması olduğunu anlayınca biraz bozuldum. Yine de Tom Hanks canımız cananımız. Mack and Rita’yı izleyeceğim bu akşam Pazar Gecesi Sineması kapsamında. İzleme & dinleme departmanında zayıf kaldığım, bol bol okuduğum bir haftaymış anlaşılan. Kendime biraz izlenecekler listesi yaparım, artık yine yalnız hayatına dönmüş, üstelik pek işi gücü de olmayan (umarım kısa sürer!) bir kadın olarak.
Tavsiyeleriniz olursa bana yorum bırakın lütfen. Güzel pazarlar!
Bu da veda busesi: Nerina Pallot - The Heart is a Lonely Hunter
Keşke haftada bir değil daha çok daha çok yazsanız💜 nedense yazılarınızı okurken çok dingin ve huzurlu hissediyorum kendimi
Eğer izlemediysen Barry dizisini tavsiye ederim, keyif alacağını düşünüyorum.✌🏼️🧚♂️