bir yol ve bir yer.
'gözümün gördüğü, kulağımın duyduğu' diye yapılıyordu girişler, o halde biraz beş duyuya hitap edenlere döneyim yüzümü.
Başlarken tık tık.
İki haftalık İstanbul macerasının ardından Hobbit evime vardım, yerleştim, biraz hareket biraz bereket dedikten sonra uykuya dalamayışımdan mütevellit soluğu burada aldım. Defterlere, telefonun notlar kısmına, iPad’e aldığım notları derleyip, buraya akıtma zamanı.
Öncelikle söylemem gerek, Ağustos maddi kaygılarıma, işsizliğime, birtakım mental çöküşlere rağmen çok, çok güzel geçti. Bir düştüysem hop kalktım, bir ağladıysam istisnasız gülecek bir şeyler buldum. Evvelden beri derim, benim süper gücüm esnek dayanıklılığım diye, bir kere daha test edip onaylamış oldum. Çok yürüdüm, izledim, okudum, dinledim, yüzdüm, yedim, sarıldım, öptüm. Doya doya yaptım hepsini, kıymetini bile bile. O yüzden mutluyum.
“Gözümün gördüğü, kulağımın duyduğu,” diye başlamıştım bu Substack yazılarına. Madem öyle, gözümün gördükleriyle başlayalım.
Kıtlıktan çıkmışçasına, 5.50 miyop gözlerimin yorulmasına, doğmamış çocuklarımın rızkını elden çıkarmama zerre aldırmadan sular seller gibi okuduğum haftalar oldu. Hâlâ da bu performansı devam ettiriyorum, indirdiğim ve aldığım muhteşem kitaplar (ve yazarları, çevirmenleri, editörleri, yayınevleri) sağ olsun. Geçen ay kitap kulübü vesilesiyle okuduğum Algernon’a Çiçekler’in ardından (ki konusunu etkileyici buldum, kalbim burula burula okudum) Rufi Thorpe’un epey olay olan ve filminin de çekileceği duyulan romanı Margo’s Got Money Troubles’ı ve 2022 yazında okuyup sevdiğim Cleopatra & Frankestein’ın yazarı Coco Mellors’un son romanı Blue Sisters’ı okudum, ikisini de çok beğendim. Sonra bir tıkanır gibi oldum, araya Byung-Chul Han’ın Eros’un Istırabı’nı aldım; incecik ama düşündüren bir geçiş kitabı oldu benim için. Elim bir ona gitti, bir buna gitti, başlayıp devam ettirememektense “Tamam,” dedim, “çıtır çerez bir şeyler okuyayım. Mesela ben hiç psikolojik gerilim türünde kurgu bir şeyler okumadım. Annem çok sever, o böyle kriminal diziler filmler de sever. Ona danışayım, bir değişiklik olsun.” Alexis Michaelides’ın Yitik Kızlar’ını ve Hiddet’ini okudum; açıkçası Hiddet’e anlatımından ötürü pek bayılmadım ama Yitik Kızlar sürükledi, plajda plajda iyi gitti. Binge read rafımda yerini buldu, teşekkürlerimi sundum ve hızımı yeniden alarak Veronica Raimo’nun Yalan Dolan’ına başladım. Bayıldım! Eren Cendey çevirileri üzmez. Keyifle okudum, güldüm, hüzünlendim, bu kitabı pek sevdim.
Çantamda Yalan Dolan ile İstanbul yollarına düştüğümde hazırdım elbette İstanbul’da en sevdiğim kitapçıları tavaf etmeye ve bütçem yettiğince İngilizce kitap almaya. Homer’den tutun Pera ve Akaretler’deki Minoa’lara, Salt Beyoğlu’nun içindeki bir zamanlar İstiklal üzerinde olan ve imece usulüyle taşıdığımız Robinson Crusoe 389’a, sahaflara dek gezdim de gezdim, karıştırdım, okudum, pek çoğunda aklımı ve kalbimi bıraktım (ama cüzdanımı bırakmadım, aferin bana); sonuç olarak okumayı, kütüphanemde gözüm gibi bakmayı istediğim birkaç güzellikle Ege’me saygımla döndüm.
Kiyoko Murata’nın Yomiuri Ödüllü romanı A Woman of Pleasure’ı Moda Kronotrop’taki sabah kahvelerimde okumaya başladım bile. Editörlüğünü en sevdiğim yazarlardan biri olan muhteşem Jhumpa Lahiri’nin yaptığı Great Italian Stories / 10 Parallel Texts’e de sevdiklerimle dolu dolu geçen bir günün batımında, yağmur çamur demeden Ortaköy’den Beşiktaş’a varıp, 20:15 vapuruna binip CKM’de Beetlejuice 2’yi izlemeye giderken başlayıverdim. Çok severim sayfanın sağı bir dil, solu onun çevirisiyle başka bir dilde ilerleyen bilingual kitapları. Jhumpa Lahiri de İtalya’da yaşamaya başlayıp, İtalyanca yazmaya çalıştığı yıllarda böyle bir kitap kaleme almıştı In Other Words diye, onu da tavsiye ederim. Ben üniversite yıllarımda ve sonrasında Pera’daki İtalyan Kültür’e gittiğim ve İtalyancayı çok sevdiğim için, bir de üstüne Lahiri’nin adını görünce dayanamadım aldım bu merak cezbeden kitabı. Penguin başka dillerde de böyle yapmış, İspanyolca ve Japonca hikayeler de vardı. Onlara hakim olmadığım için es geçtim.
Simge’ye çok beğeneceğini tahmin ettiğim Rosalie Blum’ları (Babun’da çalıştığım günlere selam olsun) hediye ettim, tahminim boşa çıkmadı. Ben ne olur ne olmaz ilk iki kitabı almıştım, üçüncüyü ertesi gün gitti o aldı hemen bitirdiği için. :) Baobab yayınları şahane kitaplar yayınlıyorlar bence, kendime de Andi Watson’ın grafik romanı Turnede Bir Yazar’ını uygun gördüm. :) Kaliane Bradley’in The Ministry of Time’ını sonbaharın iyiden iyiye Bodrum’da kendini hissettirdiği serin akşamlara bırakıyorum; onu sıcak bir kupa çay eşliğinde okumak istiyorum.
Gözümün sayfa formunda gördüklerine bir es verip seyrettiklerime çeviriyorum yüzümü.
Bir ara, Mubi üyeliğimin bitmesine yakın kendime bir film maratonu yaptım. Juliette Binoche’un başrolünde olduğu ve seyrederken karın guruldatan pek güzel filmi, The Taste of Things’i, neden bilmem bir şekilde bu yıla dek seyretmemiş olduğum The Graduate’ı, zar zor izleyip tamamladığım Coma’yı ve Nordik sinemanın köpeği olduğum için beğeneceğimi baştan tahmin ettiğim (ve beni hayal kırıklığına uğratmayan) Hipnoz’u iki günde filan Letterboxd günlüğüme ekledim. Sonra bazı filmlerde ikinci tur yaptım: Paris, Texas, Perfect Days, İstanbul Hatırası gibi. Romanı daha önce okuduğum ve sosyal medyada dönen magazinsel haberlerden ötürü merak ettiğim It Ends with Us’ı malum yerlerden seyrettim ve hiç beğenmedim. :)
Ben baya ‘dedicated’ bir Youtube vlogger takipçisiyim bu arada. Kore’de, New York’ta, Sydney’de, Berlin’de filan hayatlarını düzenli takip ettiğim kadınlar var ve bu çok hoşuma gidiyor. Sayıca fazla değiller, o yüzden çok da vaktimi almıyorlar ama seviyorum ne oluyor ne bitiyor oralarda. Sizin de merakınızı cezbediyorsa böyle vlog’lar, hem siz benimle takip ettiklerinizi paylaşırsanız sevinirim, hem de ben kendi takip ettiklerimi sizinle paylaşabilirim. Bu da buraya not düşülsün.
Seneler boyunca “Bugün yarın başlarım,” “Sonbaharda başlarım,” “Daha iyi hissettiğim bir dönemde başlarım,” diye diye başlamayı ertelediğim diziler vardır. Six Feet Under bunlardan biri mesela. Simge hep, “Dodocum, kendini iyi hissettiğin bir dönemde başla,” der ve kaderimin acı oyunu, o sıralar biraz düşük hissediyorumdur ve yine ötelerim. Bir başka örnek ise Breaking Bad. Çok tanıdığımın ‘favori"‘ dizisi olduğunu bilsem ve hatta bana, daha önce seyretmediğim için, “Aaaah, çok şanslısın! Hemen başla!” dense bile elim (gözüm) bir türlü gitmiyordu.
Ama şeytanın bacağını kırdım, başladım! 2. sezonun ortalarında (ya da sonlarında?) bir yerlerdeyim. Bu noktada ufak bir itirafta da bulunmalıyım: ben çok nankör bir dizi seyircisiyim. Başlarım, aşırı yükselirim (diziye lovebombing yapıyorum gibi düşünün ajshdjas), günler boyunca düzenli seyrederim ve bir gün, ansızın onu ‘ghost’larım. Asla geri dönmem. Ne olmuştur? Hiçbir fikrim yoktur. Sorun onda değil, bendedir. Ben böyleyim işte diziler konusunda; neyse ki insanlara bunu yapmamayı öğreneli epey oluyor. O yüzden Breaking Bad ile nereye dek geleceğim, bitirebilecek miyim, orası meçhul.
Neyse, berbat dizi takipçiliğimi bir kenara bırakırsak, sinemada 1532 gözle beklediğim bir filmi seyrettim büyük mutlulukla: Beetlejuice Beetlejuice! Ben bir Beetlejuice hayranıyım; ilk filmi defalarca seyretmenin yanında çocukken elimden düşmeyen sarı renkli Nintendo gameboy’umda oynadığım Beetlejuice oyunundan tutun tişörte, figürlere filan gözüm gibi bakarım. O yüzden Tim Burton seneler sonra ikinci filmi çekeceğini duyurduğundan bu güne heyecan ve merakla bekledim, beklediğime de öyle bir değdi ki! İstanbul’da arkadaşlarımla görüşmeli, şehri keyifle adımlamalı bir günün sonunda CKM’de yüzümde kocaman bir gülümseme ile seyrettim. Olay örgüsünü, oyunculukları, atmosferi çok tatmin edici buldum. Daha önce seyretmediyseniz önce 88 yapımı ilk filmi, ardından da şu sıralar gösterimde olan ikinciyi kaçırmamanızı öneririm.
Kulağımdan içeri süzülenlere gelecek olursam, pek fazla konsere gitmediğimi itiraf etmem gerek. En güzelleri Bodrum Antik Tiyatro’da dinlediğim Büyük Ev Ablukada ve Temmuz ortası beni Simge’nin doğum gününü kutlamanın yanı sıra İstanbul’a gitmeye motive eden Massive Attack konserleriydi. Çok müzik dinledim, her aya bir çalma listesi yapmaya devam ettim.
İstanbul’dayken o kadar çok gezdim ki bir gün, akşama doğru adım sayımın 29.000’lerde olduğunu görünce şok geçirdim. Arkeoloji Müzesi’ni çok severim, bir gün yolumu fotoğraf bastırmak için Sirkeci Eminönü taraflarına düşürünce ayaklarım beni otomatik olarak Gülhane Parkı tarafına götürdüler. Müze ve bahçesi beni dinginleştiriyor, yine şaşırtmadı ve pamuk gibi çıktım.
Cihangir’de Opus3A’da plak bakıp, kendimi Morcheeba’nın çok sevdiğim Big Calm albümünün plağı ile şımartıp, Harman’da bir soğuk matcha molası verdikten ve çekirdek kahve aldıktan sonra Çukurcuma antikacılarını dolana dolana Taksim / Pera taraflarına çıktım. İkinci defa, bu sefer Seçkin’le birlikte İstanbul Modern’e gidip sergileri tavaf ettim.
Sevdiğim insanlarla Zevk Lokantası’nda rakı, Bina’da kokteyl yuvarladım. Çiya’da yemek yemeyi özlemiştim, bir gün tek başıma gidip kendime bir ziyafet çektim. Evde lezzetli kahvaltılar yaptım. Canımın içi dostlarımla (ve Sıla’nın miniği, gözümüzün nuru Sinan’la) Yıldız Parkı’nda pek güzel bir öğleden sonra geçirdik. Epeydir yolumu düşürmediğim Ortaköy’e bu sefer sık sık gittim, Sıla ve Sinan’ı görmeye. Onlara, Simge’ye, Doğan’a, kimseye doyamadan ayrıldım. Minik Sinan’ın mis bebek kokusu hâlâ burnumda.
Velhasılkelam, Bodrum’a çok da istekli dönmedim. Çünkü orada turistim, tatildeyim algısındayım; oysa burada kaşımı çatmama sebep olan ‘hayat gerçekleri’ çat çut vuruyor oradan buradan. Planlı programlı olup, aklı bir karış havada (ya da full suda) balık hallerimi biraz askıya alıp gündemdeki sorunları bir bir çözmeye odaklandığım bir sürece girdim. Bir yola gireceğim, bir yol bulacağım, onu belki de ben yaratacağım. Ki kendimi bir yere, en azından biraz daha fazla, ait hissedeyim.
Sonbahar Bodrum’a inceden göz kırpar, sabah ve akşam saatleri yavaş yavaş serinlemeye, gökyüzünde yağmur bulutları toplanmaya başlarken, ben de kuruyan dallardan, yapraklardan arındırıyorum bahçemi. Her kış çetin geçmek zorunda değildir, diyorum içimden. Çok bereketli, üretimli, erken kararan havaya inat rengarenk olabilir hayat. Değil mi?
Sevgilerimle,
Dilcun
Benim de en sevdiğim kişilerden biri morgan long. Bir de cari cakes, birta hlin, homeaway saskia ve life of Riza. Hepsi de ilham verip mutlu ediyor.☺️
merhaba merhaba, keyifli bir pazar dilerim. bir yol ve bir yer'i okuyalı aslında epeyce oldu, ama rosalie blumları dün alıp okumaya başladım ve inanılmaz keyif aldığım için girip yorum yazmak istedim. burayı okumak eski bir dost ile selamlaşmak gibi. tamamı için çok teşekkürler. sarılıyorum. 🫂🌸