benim büyük heyecanlarım.
"bizim büyük çaresizliğimiz"dense, kendi küçük dünyamda büyük dalgalanmalar yarattığım günlerin şerefine; birkaç güne yayılan mırıldanmalar burada!
18.09.2024
Başlarken, tık.
Motorla marinaya inip, kulağımda ‘nasıl daha kaliteli uyuyabiliriz’ konulu bir podcast bölümü eşliğinde biraz yürüdükten (ve ortalama 26 yılımızı uyuyarak, 7 yılımızı da uykuya dalmaya çalışarak geçirdiğimizi şaşkınlıkla öğrendikten) sonra akşamüstü saatlerindense sabah sakinliğini tercih ettiğim, ancak bugünün şartlarında yine de işimi görebileceğini düşündüğüm kahvecilerden birine oturdum, sade kahvemi alıp rahat bir köşeye yerleştim. Önce birkaç sayfa kitap okumak istiyordum ama içerisi o kadar gürültülü geldi ki, okumaya çalışırken telefonlarının sesini kısmadan video izleyen ya da hep bir ağızdan yüksek sesle konuşan insanlara içten içe kurulmaya başladığımı fark ettim. Kimseyle yok yere papaz olmaya gerek yok, en iyisi bu dış uyaranlar bombardımana ben de yazı yazarak kendi iç seslerimle katkıda bulunayım dedim. Ve yazmaya başlayınca dışarısı benim için ‘rahatsız edici’ olmaktan çıktı, misafirlikte yetişkinlerin sohbetlerini arka plana alarak gevşeyen ve kendi oyununa dalan bir çocuğunkine benzer bir huzura evrildi.
Şu laf nedense beni ‘Herşye ramen gülün,” kadar güldürür: “Kötü günler geride kaldı, şimdi sırada daha kötü günler var.”
İnkar sularına yakın durup, “Neden bu peşin hükümlülük?” derken bir yandan da Heathers’da Winona Ryder’ın canlandırdığı Veronica’ya, “You look like hell,” dendiğinde saçı başı dağılmış, sigarasını tüttüren Veronica’nın, “Yeah? I just got back,” diye cevap verdiği o anla empati kurabildiğim bir yerlerde gezinebilirim elbette ama onun yerine Değerli gibi kıs kıs gülüyorum. En azından şu sıralar kötü günlerden sonra çok daha iyi günlerin geldiğini tasdiklediğim şeyler yaşıyorum.
Ben 20’li yaşlarımın neredeyse tamamını majör depresyona girdiğimi ve neler yaşadığımı idrak etmekle edememek arasında gidip gelerek, tanı konduğunda doğru / yanlış tedaviler ve ilaçlarla onu iyileştirmeye çalışarak, defalarca batıp çıkarak, umudumu yitirip onu bazen el yardımıyla bazen de tam olarak nerede olduğunu bilip bularak, ama sonuç olarak hayatımdan pek çok yılın ‘çalınmış’ olmasına içerleyip, isyan ederek geçirdim. İstanbul’da o kadar psikiyatriste gittim ki bir noktada psikolojiye, tıbba inancımı kaybedecek oldum. Gel zaman git zaman bu konularda bilincim arttı, neyin iyi gelip gelmediğini pür dikkat inceleyerek, kör bir kuyudan çıkarır gibi çıkardım kendimi. 2014 yılı gözümün açılmaya başladığı yıl oldu. İki yıl evvelinde hayatıma giren ve adanmışlıkla öğrencisi olduğum yoga ve pranayama dersleri hayat kalitemi arttırdı, şehirde yaşadığım deprem anksiyetesi her gün tekrarlayan panik ataklara evrilince İstanbul’dan Bodrum’a, dağlara bakan güzel bir taş eve taşındım, kendimi çok güvende hissettiğim, kıymet verdiğim ve kıymet gördüğüm bir ilişkiye başladım ve kademeli olarak ilacımı bırakıp, bir miktar kendimi de saldım hayatın akışında. Çok şey değişip dönüşmeye başladı, elbette depresyonum bir gecede tuz buz olmadı ama ben epey rahatladım. Böyle böyle dayanıklılık kazandım ve oyunda ilerlerken karşılaştığım iyi kötü her şeyle baş etme konusunda daha yetkin bir yetişkin olmaya başladım.
Yıllar sonra depresyon yine el salladı bir sokak köşesinden. Alet edevat çantamı çıkardım, psikolojik destek aldım, sordum sorguladım, denedim yanıldım, işler git gide zorlaşırken bir ara tüm tuşlara aynı anda bastım. Bedenim hata verdi, zihnim standby modundan çıkamamaya başladı. Bunca yıl hiçbir şey öğrenememiş, bir arpa boyu yol kat edememiş miydim? Yine o umutsuz, oksijensiz diplerde sürünecek miydim? 30’ların yarısından fazlasını dengede geçirmişken şimdi yine ip cambazı tedirginliğine geri mi dönecektim?
Çok kırgın (kendime ve diğer herkese, nedense), endişeli, “Yok bu sefer düzelemeyeceğim,”leri ipe boncuk gibi dizdiğim, kendime acıyarak ve ağlayarak uykuya dalmaya çalıştığım, denemelerimin bir halta yaramadığını düşünerek bir vakit geçirdim. Zaman içinde birkaç şeyin farkına vardım.
Benim sorunum yaratıcılığımı serbest bırakamamakla paralel gidiyor. Ne zaman “Yapamam, edemem, üretemiyorum, yaratamıyorum, hem neye yarar,”lara başlıyorum, orada her şey, psikolojim de dahil, bodoslama çakılıyor. Self sabotajın hasını ica ediyor, bir yetersizlik ve başarısızlık sarmalının içinde dönüyor, dönüyorum.
Ve sonra bir farkındalık anıyla, bir parmak şıklatmayla! O derbederlik hipnozundan çıkıyorum. Bir adım, bir adım, ihtiyacım olan o mecazi adımı atmak. Ben bir adım atıp şımaran, sonra da poposunun üzerinde oturanlardan değilim. O birkaç adım bir bakarım ki uzun soluklu bir yarı maratona evrilmiş. Çalışmak beni mutlu ve motive eder, tembellik sevmem. Depresyon tembelleştirir, siz dışarıdan bir şeyler yapıyor görünürsünüz, high functioning depression dediklerinden, spora gidersiniz sosyalleşirsiniz filan ama içiniz ölüdür ya, işte böyle bir iç hımbıllığından bahsediyorum. İşte hımbıllığı çok sistematik bir çalışma ve eyleme geçme planıyla üstümden atabildiğimi, alet çantamın tevazu sahibi isimsiz kahramanının bu olduğunu fark ettim. İçimde kira vermeden oturan endişe kumkumasını da kendi odasında, sessiz sedasız yaşamaya davet eden de bu eyleme döktüğüm disiplinli ve sakin, kendinden emin üretimler oldu.
Evet, sosyalleşmek bir ihtiyaç. Evet, kendimizle olduğu kadar sevdiklerimizle zaman geçirmek, bir ya da birkaç gruba, komüniteye dahil olmak iyi hissettiriyor.
Ama ben sosyal medya, hatta açık konuşmak gerekirse, çok keyif almama rağmen instagram’a bir ara vermenin hem yapmak isteyip ‘vakitsizlik’ten yapamadığıma hayıflanmamın da ötesine geçerek suçluluk duymama ve kendimi sürekli yermeme sebep olarak bir türlü tüketimden üretime geçemediğim döngüyü kırmama nasıl güzel alan açtığını son 10 gündür deneyimliyorum. Instagram’sızlık yalnızlaştırıyor doğruya doğru, sevdiğim insanların ne yaptıklarını gün be gün göremiyorum, paylaşımlarından uzak kalıyorum, etkinliklerden şıp diye haberdar olamıyorum. Ama hayatı da yalınlaştırdığı, daha az uyarana maruz bıraktığı ve dopamin bombardımanından uzak tuttuğu da bir gerçek.
Şimdilik artılar eksiler yaptığımda sosyal medyadan uzak olmanın artıları ağır basıyor; gün içinde konuştuğum, mesajlaştığım insanlar haricinde hiç kimsenin ne yaptığımı bilmemesi, açıkçası bilinmesinden daha çok hoşuma gidiyor. Dediğim gibi, ben oradan da beslendiğimi düşünüyorum. Sadece şimdi yapmak istediklerim, orada takılmaktan daha ağır basıyor. Hiçbir platform tü kaka değil gözümde.
Sonuç olarak Julie Cameron’un Sanatçının Yolu etrafında üçüncü turuma başlamam, çıktığım uzun yürüyüşler, geleceğimle ve yapmak istediğim kariyer değişiklikleri üzerinde mantık çerçevesi (aka Türkiye ekonomisi ve gelecek belirsizlikleri) içinde kafa yorma seanslarım, gözümün gördükleri, kulağımın duydukları, uzun süre bana hizmet etmiş ama artık biraz dışına çıkmamın şart olduğu inançlarımla vedalaşıp yeni yollara dalma cesaretiyle adımlar atmaya başlamamla kendimi çok, çok daha güçlü ve iyi hissetmeye başladım. Bana önce uzaktan, ardından birkaç adım daha atarak yüzünde o tehlikeli ve baştan çıkarıcı gülümsemesiyle, “Selam tatlım, seni özledim. Sen de beni özlemedin mi?” diyen sinsirella depresyona böyle böyle nanik yaparak, “Yallah Arabistan’a,” diyebildiğimi görmek güzel. Kendisini “So long, asshole!”lar eşliğinde uğurluyoruz.
Spora, temiz hava almaya, nefesimizin yine yeni yeniden farkına varmaya ve bize meditatif gelen şeyler yapmaya yönelmek şüphesiz hayat kalitesini çok artırıyor. Eğer sizin de PCOS’unuz varsa beni anlayacaksınız (hele ki size de 12-13 yaşınızdan 20’lere dek doğum kontrol hapı yutturulmuşsa birbirimizi çok daha iyi anlayacağız), iyi uyumak, dengeli beslenmek, düzenli tıbbi kontroller ve alınması gereken takviyeleri kullanmak, bana göre en önemlisi de bol bol sevilen sporları icra etmek önce ruha, sonra da bedene çok iyi geliyor. (Bir önceki yazıda paylaştığım anne mektubunu hatırlayalım. :))
Şimdi bu kaotik kafeden kalkacak, motora atlayıp bir senedir sesini duyamasam yüzünü göremesem de her gün kalbimin içinde pamuklara sararak andığım yayamı ziyarete mezarlığa gidecek, onunla bir miktar hasbıhal ettikten sonra Bitez’de gün batımında sakin sakin oturup soğuk, ufak bir bira eşliğinde kitap okuyacağım. Bu yazı da başka bir gün, aklımı kurcalayan ya da deneyimlediğim başka başka gündemlerle devam edecek.
Ciao! (Bu da geçici veda şarkım.)
20.09.2024
Evet, büyük dalgalanmalar sahildeki ufacık tefecik taşları art arda denize atmakla yaratılmıyor elbet. Koştum koştum, var gücümle, ardıma yılları alıp bir bombalama atlamışım ki! Dalga dediğin böyle olur dedim, bir şevkle yüzdüm ve ardımda bıraktım dalgasını köpüğünü. Şimdi denizin ortasında kıpırtısız yatıyor gibi göründüğüme bakılmasın, birbiri ardına eklenen kulaçlarla varıldığında gözlerden uzak mesafelere, öyle güneşe dönüp yüzünü yatmanın tadı yok başka bir şeyde. (Tesadüfen yazdığım şiirim nasıl oldu, hehe)
Hukuk fakültesinde okurken bir yıl okulu dondurup çalıştığım derginin genel yayın yönetmeni ile beni Latife Abla tanıştırmıştı. Türk edebiyatının büyücülerindendir kendisi, beni de parmağının ucuyla kutsamış ve bilinmeyen sulara girişimde teşvik edici bir rol oynamıştı. Ben de bir sene boyunca bana çok şey öğreten insanlarla (aslında bir tek insanla, o da Elif’dir) çalışma, editörlüğü ucundan deneyimleme, bir edebiyat dergisi çıkarmanın iyi kötü çirkin yanlarıyla tanışma imkanı bulmuştum. Daha sonra başka bir dergide yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başladığımda o dönemin ekmeğini salatanın suyuna bandıra bandıra yedim. İyi sıçramaydı; dönem dönem böyle sağlam bir cesaret toplanır bünyemde ve ben de o meşhur inadımı, kararlılığımı devreye sokarak A noktasından B noktasına, bilinmeyen bir başka kara parçasına atlayıveririm. “What is life for, if not dancing?” sözüne katılmakla beraber eklemek isterim:
“What is life for, if not dancing and taking chances?”
Bu noktada aklıma Sharon van Etten’in güzelim şarkısı geldi. Açalım.
İşte ben de çok istediğim, nereye gideceğini bilmesem de kendimi çok yetkin ve uygun hissettiğim bir iş için şansımı denemeye karar verdim. Sadece denemek için parmağımın ucuyla kibarca da dürtmedim üstelik, koluna girme niyetiyle yanında yürümeye başladım. Bakalım, hayat cesurları müfakatlandıracak mı? (“Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?” :))
Düzenli yazma, hareket etme, sadeleşme hallerinde, özetle kendi ekosistemimde işlerin arzu ettiğim dengede gitmesini sağlayan her bir kalemde tutarlı bir pratik etme haliyle ilerliyorum bu aralar. Üretken olmadığım zamanlarda da özdeğerimden bir şey eksilmediğini kendimi hatırlattıkça bu anlamda da epey sakinleştim. Benim için mühim olan şeyleri ulaşılabilir süre ya da tekrarlara bağlamak iş gördü. Sabah sayfalarını düşünelim: Her sabah, hadi diyelim her gün, pazarlığa kapalı bir şekilde o defter açılıyor, o 3 sayfa yazılıyor. Her gün yapıyorum, demek ki benim için kıymetli. Karşı koymadan yapıyorum, çünkü zaten 3 sayfacık. Bu da onu sürdürülebilir kılıyor. (Bunu spora da şöyle uyguluyorum, her sabah hareket etme ihtiyacı ile uyanıyorum ve sadece 35 dakika yapıyorum. Gün içinde spora gidebilir ya da başka şeyler yapabilirim ama her sabah 35 dakika, ulaşılabilir, yapınca bir şey başarmış gibi yanına tik atıyor beynim ve gelsin mutluluk hormonları.) Bunu al, başka şeylere kopyala yapıştır canımın içi, diyorum. Gerçekten hayatına katmak, devam ettirmek ve faydasını görmek istediğin şeyleri, ne olursa. Çok kişiye özel de olabilir. Mesela benim yazmak istediğim bir resimli çocuk kitabı ve bir roman var. O zaman her gün onlara 30 dakika & 30 dakika ayırabilir miyim? Cevabım evet ise, oh ne ala.
Amacım hiç kişisel gelişim bıdılamaları serpiştirmek değil etrafa. Kendime motivasyon sayıklamaları da değil sanırım, sadece iyi gelen şeyi paylaşma dürtüme karşı gelmek istemiyorum. Bir ara “Aman canım, herkes de Yoga eğitmeni oldu,” furyası vardı ya. Kimsenin yeterliliğini yetersizliğini bilemeyeceğim ama çok saf bir yerden, kendine iyi geleni başkalarına da iyi gelsin diye paylaşma isteğine sahip çok insan tanıdım o alanda. Benim bu deneme yanılma, deneme başarma, deneme yeni yollara sapma yolculuğunda deneyimlediğim şeyler de burada okuyan gözlere ya bir adım atma motivasyonu verir, ya da sadece keyif için okur geçer. Herkes kendi keyfinin kahyası ne de olsa. :) Bu sabah içimden geçenler böyle.
Bu sabah güneşli ama az serin rüzgarıyla Bodrum’cuğumuzda 35 dakikalık yürüyüşümü tamamlarken aklımda tam da bunları buraya dökme arzusu vardı. Şimdi kahvemin son yudumunu da hüpletip, güne karışma zamanı.
Keyifli bir Cuma günü diliyorum, sevgilerimle,
Dilcun