ağustos yarısı, filtresiz.
kürkçü dükkanına geri dönüşler, gelecek planları, 'sanatçının yolu'yla hit me baby one more time ve nicesi.
Başlarken, tık tık.
Aklımda yokken ama bir yandan da aklımdan hiç çıkmıyorken yazmak, elimi korkak alıştırmaktan hiç haz etmeyen tarafım akşamın bir saati, normalde Cuma günleri dışarı çıkmak üzere ufak ufak hazırlanmaya giriştiğim vakitte üstünde gecelikle masa başına geçiverdi. Neymiş, hemen şu anda yazmak istiyormuş. Sabah sayfaları yazar gibi üstelik, üstüne pek kafa yormadan, gelişigüzel, karabatak gibi batacağı çıkacağı yeri kimselere çaktırmadan.
Sabah sayfaları demişken, evet, nihayet “3rd time is the charm,” diyerek Julia Cameron’un bir kere yalnız, bir kere de Simge’ciğimle yaptığım 12 haftalık yaratıcılık yolculuğuna bu işsiz güçsüz, amaçsızlığa düştüğünde bol bocalamalı dönemimde yeniden çıkmaya karar verdim. Bende eski basımı vardı, şu kapağı kırmızılı turunculu - ki şimdi fosforlu sarı ve turkuaz renkleriyle raflarda, çevirisi ve düzenlemesi de çok daha iyiymiş duyduğum / gördüğüm kadarıyla - ve epey yerin altı çizili, yanlarına notlar düşülmüş halde kütüphanemin ‘sık kullanılanlar’ rafında arzı endam etmekteydi.
Son İstanbul seyahatimde Simge ile kitap üzerine konuşurken, yeni basımı da almaya karar vermiştim ve ben Bodrum’a dönmeden evvel kitap adresime varmıştı bile. O vakitten beri, yani 3 haftadır kapağı aralamamı ve aklımdakileri kağıda kaleme dökerek gerçek kılmaya başlamamı bekliyor. Sabırlı şey şu kitap, benden daha sabırlı olduğu kesin. Ben şu sıralar bu erdemden biraz uzağım galiba, şımarık çocuklar gibi istediğim her şey, bir parmak şıklatmamla oluversin diye bekliyorum. Olmayınca huysuzlanıyorum, dudağım bükülüyor, kollarım göğsümde otomatik buluşuyor. Kaşlarımı Botox olmasa çatarım ama artık bir yandan da yetişkinim, çatamıyorum. Şaka bir yana, dünyadaki 37. yılımda yine yeniden sabırlı, kararlı ve mantıklı olmayı hatırlıyorum.
Sanatçının Yolu süreciyle ilgili bilgi vermeyeceğim, ama kendi iç dünyam ve hızımda nasıl ilerlediğime dair ilerleyen zamanlarda not düşerim.
Bu yaz, aldığım ufak tefek birkaç iş (bir ajansa yaptığım çeviri, çocuklara verdiğim İngilizce özel dersler vs.) haricinde çalışamadım. Bu beni derinden üzüyor. Enerjim, bilgim, deneyimim, çalışma azmim, yapmak istediklerim, gerçekleştirmek istediklerim, potansiyelim, adını siz koyun artık tüm bu güzel şeyler boşa, çöpe gidiyor gibi hissediyorum. Hayallerim var: Bodrum’da atıksız bir bakkaliye işletmek, kitaplar yazmak, dünyada gezmek görmek istediğim yerlere gitmek ama buraya, yuvama dönmek ve burada bol bol üretmek, paylaşmak, kıymetli işler yapmak istiyorum. Bir aile kurmak istiyorum, bahçeli taş evimde kediler köpekler huzur içinde yaşayalım istiyorum. Çok büyük şeyler mi bilmiyorum, hayalin büyüğü küçüğü olduğuna bile inanmıyorum sanırım. Hayaller gerçekleştirelim onları diye varlar ve bize aitler. Nereye gidersek gidelim cebimizde gelirler. Gerçekleştirildikçe ellerimizi o ceplere yerleştirip daha mutlu adımlarız hayatı. Ölene dek sonlanmaz onlar da.
Varlığım hayallerimden uzağa düştükçe içime kapanıyor, bu kapanma halinde içimin tüm ışıklarını bir bir söndürüyorum. O karanlıkta oturuyor, önümü arkamı göremeden duruveriyorum. Gözyaşımı siliyor, kıvrılıp uyuyorum. Ertesi gün yine perdeler aralanıyor, yine sokaklara düşülüyor ama işte bu harcanan günler geri geliyor mu? Olay evriliyor çeviriliyor ve tabii ki benim çok sevdiğim bir yere geliyor: “Bi’ şey yapmalı!”
Ve biraz cesur olmalı. Bilinmeyen sulardan korkmadığım adımda mükafatlandırıldım ben. Hatırlamak lazım.
Ağustos ayının yarısı Ağustos böceği gibi geçti. İstanbul’dan döndüğümden beri deniz, deniz, biraz daha deniz, bol güneşi akşam çıkmalar, danslar, sabaha dek danslar, aylaklık, tekrar deniz, arkadaşlar, sosyalleşmeler, yorgun ama halinden de memnun bir ben bıraktı ardında. Bu tatilimsi halin bir numaralı sebebi ben değildim, oydu; bu yüzden de o İstanbul’a dönünce ben de garip bir boşluğa düştüm. Onu motorla alıp denize gitmeye, sohbet etmeye, dokunmaya, birlikte yemek yemeye, birkaç saat görüşemedikten sonra tekrar buluşmaya, buluşabilmeye öyle alışmışım gibi hem vedalaşırken çok üzüldüm, hem de sonrasında aradım. Ex’ten next olmaz dememek lazımmış, ikinci bahar belki ilkinden de kat kat güzel olur umudundayım ben. Göreceğiz.
Hayatımdaki Aslan ve Başak’ların kutlu doğumlarını kutlamaya başlıyorum yarından itibaren. Hediyeler, pastalar, üflenen mumlar, sarılmalar, eğlenceler, yemekler, bunların yanında planladığım küçük sürprizler filan heyecanlandırıyor beni. Çocukluğumdan beri doğum günlerine önem veririm, o yüzden çok sevdiğim dört kişinin ayrı ayrı yüzlerini güldürebilmek benim için mühim.
Epey okudum bu yaz, pek dizi / film izlemedim. Bu klasörün içindekiler ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım çünkü kitaplardan uzun uzadıya bahsetmek istiyorum. Spor salonu üyeliğimi dondurdum, çok sıkılmıştım her gün git, aynı mekana, aynı yüzleri gör. (sonra neden ofiste 9-6 çalışamıyorum? spora bile her gün 1 saat gidince oradan sıkıldığımdan bahsediyorum…) Özlemek istedim, hâlâ da o özlemi tam olarak içimde hissedemesem de bedenim özledi bence; sadece yürümek, yüzmek ya da dans etmek kesmiyor. Sadece hava çok sıcak, motorla o yolu gitmek bu kalabalık ve sıcakta pek güvende hissettirmiyor. Ama geri döneceğim, kendime verdiğim sözlere bir tane daha ekledim gece gece, müthiş.
Yine de yiğidin hakkını yemeyelim, bu yaz ilişkilerimi çok güzel derledim topladım; hem kendimle, hem sevdiğim, değer verdiğim insanlarla. Sınır koymayı da, sevgimi göstermeyi ve kıymet verdiğim / gördüğüm yerlerde bulunmayı seçmeyi de çok daha iyi başarıyorum. Geçmişteki düzenli terapinin, benim yaşımın / deneyimlerimin ve hayatta kendini ezdirerek ya da sürekli başkalarını memnun ederek yaşanmayacağını pek tabii öğrenebilmiş birine dönüşmenin bana verdiği yetkiye dayanarak bu konuda fersah fersah yol kat edebilmiş olduğumu görmek hoşuma gidiyor.
“Home takes time,” derler ya, bir evi almak / yapmak başka, o eve taşındıktan, artık içinin bir parçası olduktan sonra oraya gerçek anlamda yerleşmek ve rahat hissetmek başka gerçekten de. Her ilişki bir ev, hayat koskocaman bir site, köy, kasaba. Her birinde rahat hissetmeyebiliyoruz, çıkıyoruz eninde sonunda zaten, terk ediyor ya da atılıyoruz. Ama içinde kendimizden bir şeyler bulduklarımızda, güvende hissetmeye başladıklarımızda serpiliyoruz, yerleşiyoruz, konforlu bir alan oluveriyor o ev bize. Magnetlerimizi buzdolabına asıyoruz, kremlerimizi banyoda bırakıyoruz, en sevdiğimiz kupalar rafta yerini alıyor. O evi güzelleştirdikçe keyfimiz katlanıyor, başka bir yerden oraya dönerken “Oh,” diyoruz, “Evime gidiyorum be.” İşte bu bir vakit alıyor ama o mırıl mırıl yerleşme gerçekleştikten sonra da tadından yenmiyor. İşte bir ilişkimde özellikle, bu zaman alan eve yerleşme / ait hissetme halinin tamamlanmasını dört gözle bekliyorum.
Çalışma odasının loş ve tatlı ışığı, dinlediğim müzikler ve parmaklarımın klavyedeki tıkırtıları iyiden iyiye gevşetti beni ve uykumu getirdi. Bir yanım “Yarın devam edersin,” diyor, diğer yanım “Gönder geceye ne var ne yoksa, kalanlar da başka yazıyı beklesin,” diyor. Ve sanırım ben ikinciyi dinleyeceğim, yanlış yazdığım bir şey varsa affola.
İyi geceler, sevgiler.
D.
Teşekkür ederim. 🙏
O son saniye sandalye kenarına oturup yazma detayı, filtresiz , spontane gelişmesi , bir kitap , bir geri dönüş ve biraz aşkın yeniden alışma süreci ve yeniden çalışmaya isteğin çoğala yazması , çok yumuşacık akıyor cümlelerinizde , ben olsam bunları hemen devrik ve karmon çorman sıralıyorum, o yüzden bu sadelik çok hoşuma gidiyor :) 🙏🌿